Dikkatinizi çekiyor mu, bilmiyorum; son zamanlarda bazı kişiler kendilerini veya başkalarını “Ehl-i Sünnet” olarak tavsif etmeye özel bir itina gösteriyor sanki. Elbette bir “meşruiyet sağlama” aracı olarak başvurulan bu yöntemi birkaç açıdan okumak mümkün:
- “Ehl-i Sünnet”, vasfen olmasa da ismen hala bu topraklarda temel belirleyicilerden birisidir.
- Ehl-i Sünnet’in ne olduğu, kişinin hangi durumda Ehl-i Sünnet olarak tavsif edilebileceği ve hangi durumlarda bu sıfatla anılamayacağı konusu netliğini kaybetmektedir.
- Bu durum böyle devam ederse, “Ehl-i Sünnet” kavramının dönüşmesine veya içinin boşalmasına müncer olacaktır.
Şurası açık ki, milletimizin temel aidiyetleriyle irtibatı tam olarak ortadan kaldırılabilmiş değil. Bu önemsenmesi gereken bir durum. Ehl-i Sünnet olmayı önemseyen halka dönük işler yapan kimselerin Ehl-i Sünnet’e açıktan ta’n etmeyi göze alamaması bunun bir göstergesidir.
Ancak hemen ekleyelim ki bu durum, başta itikad olmak üzere temel aidiyetlerimizle sağlam ve canlı bir irtibatımızın bulunduğu anlamına gelmiyor. Söz konusu irtibat son derece önemli yaralar, zedeler almış durumda. İsim devam ediyor, ancak müsemmada derin problemler var.
Bu durumun sebepleri, hal çareleri ve sair boyutlar bu yazının çerçevesini aşacağı için o noktalara girmeden devam edelim.
Ehl-i Sünnet olmanın kişi için ne ifade etmesi gerektiği, ya da hangi durumlarda “Ehl-i Sünnet” vasfıyla bihakkın muttasıf olunacağı ve hangi durumlarda Ehl-i Sünnet çerçevenin dışına düşülmüş olacağı meselesine, hassasiyetiyle mütenasip bir önem atfedildiğini söylemek ne yazık ki kolay değil. Burada, Ehl-i Sünnet’i Ehl-i Sünnet yapan kırmızı çizgilerin geniş halk kitleleri bakımından netliğini giderek kaybettiğini tesbit etmek durumundayız.
Bu yazıyı yazdıran problem de kendisini bu noktada gösteriyor. Bakıyorsunuz adamın Ehl-i Sünnet’in temel kabulleriyle hiç bir irtibatı yok. Edille-i Şer’iyye ve bahusus Sünnet-i Seniyye konusu, Sahabe algısı, hadislerle sabit itikad meseleleri, varlık, bilgi ve kaynak anlayışına taalluk eden meseleler… Bütün bunların birinde veya tamamında Ehl-i Sünnet’in kabulleriyle hiçbir ilgisi olmayan kimseler bakıyorsunuz alabildiğine rahat bir şekilde “Ehl-i Sünnet” olarak takdim ediliyor veya kendisini öyle takdim ediyor.
Bir süre önce, dinî konularda etkin ve yetkin olduğu düşünülen bir isim, sahasıyla ilgili bir heyeti toptan Ehl-i Sünnet olarak takdim, dolayısıyla tebrie etmişti. Oysa aralarında yukarıda kısaca çizdiğim çerçevede Ehl-i Sünnet’in kabulleriyle önemli farklılıklar arz eden görüşlere sahip kimseler bulunduğunu biliyoruz…
Bir diğer örnek Yaşar Nuri Öztürk. Kendisine şu anki şöhretini sağlayan ne varsa neredeyse hepsini Ehl-i Sünnet’e muhalefete borçlu olan Öztürk’ün, son kitabı İmamı Azam Ebu Hanife’de (12) kendisini Ehl-i Sünnet’e mensup göstermesine aslında şaşırdım desem yalan olur. Zira bir yandan Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyip, diğer yandan adeta hayatını Ehl-i Sünnet’le savaşmaya adamak tam da onun tarzına uygun davranış. Konuyla ilgili daha başka örnekler verilebilir…
Temel birtakım kabullerde Ehl-i Sünnet ile ayrı istikametlerde seyredenlerin bu tavrı netice itibariyle “Ehl-i Sünnet” kavramının içinin boşalmasına, dolayısıyla işlevini kaybetmesine yol açıyor.
Bu gerçek, itikad noktasında bilinçlenmenin önemini bir kere daha önümüze koyuyor. Bu nokta sadece birilerinin istismarına konu olmakla kalmaz, böyle devam ederse bir süre sonra Sünnet’in yerini bid’atlar alır ve insanlar Ehl-i Sünnet’e ittiba ediyorum diyerek ehl-i bid’atın dümen suyuna girer. Böyle bir şeyin hesabını kim verebilir?
Milli Gazete – 3 Ekim 2009