Kitaplardan bahsetmeye kısa bir ara vererek, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin, daha önce sözünü ettiğim “mutedil” tutumunu –Muhammed Salih hocanın çalışmasından istifadeyle– dikkatlerinize sunmak istiyorum bu yazıda.
İbn Hazm’ın başını çektiği bir ekol, Fıkhî meselelerde bir müçtehidi taklid etmenin haram olduğunu söyler. Bunun tam karşısında yer alan bir grup ise içtihad seviyesine ulaşmanın zorluğunu ileri sürerek taklidin vacip olduğuna hükmeder. Birçok alim gibi ed-Dihlevî ise meselenin tafsil edilmesi taraftarıdır: Buna göre eğer bir kimse, herhangi bir tekil meselede içtihad edebilecek seviyede ise –mutlak müçtehid gibi müstakil ve bütüncül bir mezhep tesis etmesi gerekmeksizin– sırf o mesele ile sınırlı olmak üzere içtihad edebilir. Bu, aynı zamanda içtihadın bölünebilirliğini savunan ulemanın da görüşüdür. et-Tefhîmâtu’l-İlâhiyye‘de şöyle der: “Allah’ın Kitabı üzerinde düşünmeyen ve Rasulü’nün Sünneti’ni anlamayan kimse bizden değildir. Ulemaya, yani Kitap ve Sünnet’ten nasipdar olan Sufiler’e, Fıkıh’tan nasipdar olan Muhaddisler’e veya Hadis’ten hissedar olan Fukaha’ya mülazemet etmeyen (onları sıkı sıkıya izlemeyen) bizden değildir.”
Bazı cahil kimselerin, birtakım salih zatların türbelerine giderek onlardan kimi hacetlerini yerine getirmesini istemeleri konusunda bazı alimlerin çok sert tavırları bulunduğunu biliyoruz. ed-Dihlevî ise bu konuda şöyle der: “Ölmüş bir kimsenin kabrine giderek ondan bir ihtiyacını gidermesini istemek, zina ve adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Ne var ki, bu özel konuda Şari’den gelen bir nass bulunmadığı için biz bunun küfür olduğunu söylemeyiz.”
Doğru tavır, tasarruf gücünün mutlak anlamda sadece Allah Teala’da olduğunu ve O’nun, kulları içinden dilediklerine bazı şeyleri yapma kudreti verebileceğini söylemektir. Eğer avam arasında bunun tersinin vaki olduğu tevehhümüne kapılanlar varsa, onları da küfür ve şirkle itham etmeden önce doğruyu güzel bir tarzda kendilerine izah etmek gerekir.
Çok tartışılan konulardan birisi olan Rabıta hakkında da ed-Dihlevî’nin mutedil tavrı dikkat çekicidir. el-Kavlu’l-Cemîl‘de şöyle der: “Rabıta’nın şartı, şeyhin teveccühü kuvvetli ve bütün varlığıyla daima Yüce Allah’a yönelmiş bir kimse (yaddaş) olmasıdır. Mürit böyle bir şeyhin sohbetine devam eder ve gönlünde sadece onun muhabbetine yer verirse, şeyhin bulunmadığı zamanlarda onun suretini tahayyül ettiğinde, tıpkı onun sohbeti gibi tahayyülü de kendisine fayda verir.” Muhammed Salih hocanın bu konudaki açıklamalarının da doyurucu ve sadra şifa olduğunu burada belirtelim.
Kutb, Gavs vb. terimlerle ifade edilen “ricâlu’l-gayb”ın varlığı konusunda da aynı tavrı görüyoruz. Bu konuda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta özetle şöyle der: “İbn Teymiyye’nin Kutb, Gavs, Hızır vb.’nin varlığını inkâr ettiği zikredilmiştir. Hakkı vardır. Zira Sünni olan bir kimse, Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit olan hususlara inanma, bu delillerle sabit olmayan konularda ise sükût etme konusundaki şarta riayet ettiği sürece, “ricâlu’l-gayb”ın varlığına inanmaması caizdir. Bu hususu isbat eden Sufiler, Kitap ve Sünnet ile değil, Keşf ile isbat etmektedir. Keşf ise Şer’î bir delil değildir.(…) İbn Teymiyye eğer “ricâlu’l-gayb”ın varlığını kesin bir şekilde inkâr etmişse, bununla ne kâfir, ne de fasık olarak nitelendirilmeyi hak etmiştir.”
ed-Dihlevî’nin tavrına diğer örnekler için Muhammed Salih hocanın çalışmasına bakılabilir.
Milli Gazete – 17 Eylül 2012