İslam’ı şer-i şerifin sınırlar içinde yaşamanın nefsimizi zorlamaya başladığı, mücadele azmimizin “hayatın gerçekleri” karşısında kırılmaya yüz tuttuğu noktada ışık huzmesine tutunurcasına sarıldığımız bir tutamak olur bu söz. Rahatlatır bizi; acziyetimize bulduğumuz gerekçeleri, na-ehilliğimize uydurduğumuz bahaneleri bir anda “kesin delil” kılar!
Ya da biz öyle sanarak kendimizi kandırmayı tercih ederiz!
Kendimi bildim bileli duyarım “hadis” diye dilden dile aktarılan bu sözü ve kendimi bildim bileli muteber bir kaynakta anlam olarak bile geçtiğine rastlamadım. Nasıl olmuş da günlük hayatımızda böylesine yaygın bir kullanım alanına sahip olmuş, anlamak mümkün değil.
Hadis diye takdim edilmesinin doğru olup olmadığına bakmaksızın –sırf yaygın bir kullanım alanına sahip oluşuna aldanarak– üzerine müstakil olarak yazı yazanlar dahi olmuş. Hatta “Düşmanın silahının fevkinde silahla silahlanın” formuna girdiğine de rastlamak mümkün, tabii yine “hadis” olarak!!
Müslümanın algı dünyasında ve değerlendirme tarzında “düşmanın silahıyla silahlanma” tavrının nasıl bir yeri olabilir? Düşmanımız olduğuna karar verdiğimiz “öteki”nin bizimle münasebetlerinde devrede bulundurduğu metotlar, stratejiler, araçlar ne ise bizim de aynısına sahip olmamızı ve ona karşı aynılarıyla mukabele etmemizi telkin eden bu söze riayet acaba İslamî ilkelerle ne kadar örtüşür?
Bize ilkesizce davrananlara karşı bizim de ilkesizce mukabelede bulunmamızı ya da düşmanımızın ilkesiz davrandığı düşüncesinden hareketle ona “resen” ilkesizce muamele etmemizi öğütleyen bu sözün Efendimiz (s.a.v)’den sadır olduğunu düşünmek ne kadar gerçeğe ne ölçüde tekabül eder? Düşmanlarımız yalana, iftiraya, rüşvete, cinselliğe… dayalı bir mücadele yürütüyorsa bizim de aynı “silah”larla silahlanmamız ne kadar mümkündür?
Bu sözü dar anlamda/münhasıran bir “savaş stratejisi” olarak aldığımızda dahi Sünnet ve siret ile uyuşmayan mana ve mefhumunu izah etmek mümkün olmuyor. Eğere bu söz “düşmanın sahip olduğu silah gücüne sahip olmadan savaşa girmeyin” gibi bir maksadı ifade için kullanılıyorsa, asr-ı saadette yapılan savaşların hiç birisinde İslam ordusunun silah, teçhizat ve muharip sayısı bakımından düşmanla aynı seviyede olmadığı gerçeği bu tesbiti geçersiz kılmaktadır. Keza yine asr-ı saadette, yapılması gerekli olan bir savaşın, sırf düşmanın elinde bulunana kemiyet ve keyfiyet olarak denk silah gücüne sahip olunmadığı gerekçesiyle iptal edildiğine dair bir örnek de –bildiğim kadarıyla– yoktur.
Özellikle günümüzde bu sözün, bir savaş stratejisi olarak istihdam edilmesi daha bir problemlidir. Zira “Düşmanın sahip olduğu nükleer ve biyolojik silahlara sahip olmak Müslüman için ne kadar İslamîdir?” sorusu bir yana, “caydırıcılık” maksadına yönelik olarak dahi düşünülse, yapılması gereken, “düşmanın silahıyla” değil, “düşmanın silahından daha üstün ve etkilisiyle silahlanmak”dır.
Hasılı, ister savaş durumuyla sınırlı olsun, isterse düşmanlarımızla her çeşit mücadeleyi içine alacak şekilde geniş bir çerçevede kullanılsın, bu söz problemlidir ve İslamî ilkelerle bağdaştırılması hayli müşkildir. “Hadis” diye nakledilmesi ise problemin en katmerli hale geldiği noktadır.
Milli Gazete – 17 Kasım 2008