“Dünyadan kopmak”, “dünyanın gerisine düşmek”, “dünyaya açılmak”, “dünyayla bütünleşmek”…
Bütün bu cümlelerin içinde geçen “dünya” neresidir? Afrika mı, Latin Amerika mı, Asya bozkırları mı, Avustralya mı?
Tabii ki hiçbiri değil. Ya da “öncelikle” bunlar değil. O halde neresi? Elbette Avrupa ve Amerika’nın temsil ettiği “Batı”!
Dünyayı Batı’dan ibaret sayınca, öyle olduğunu söyleyenlerin telkinlerini sorgusuz sualsiz kabul edince, oradan gelen her şey “dünya”dan geldiği için “evrensel” olma özelliğini de kendiliğinden kazanmış oluyor. Orada üretilen ve tedavüle sokulan her kavram, kurum, değer yargısı, tarz, moda… vs. bir anda bütün dünyanın malı haline geliyor. Herkes (her kavim, millet ve coğrafya) ona aidiyetini deklare etmenin, onunla bütünleşmenin, onu benimseyip yaymanın “insanlığın gereği” olduğu inancıyla hareket ediyor. Modernite böyle bir şey…
Böyle bir zihin ve algı durumu, böyle bir akıl tutulması, böyle bir tasallut karşısında farklılıklarını muhafaza etmek ve geliştirmek ne kadar mümkündür? Farklılıklarını muhafaza etmeden bu küresel sömürü ve mankurtlaştırma düzenine direnmek mümkün olmadığına göre yapılması gereken nedir?
Fransa’dan yazan bir kardeşim bu bağlamda birkaç noktanın altını çiziyor:
“Esselamu Aleykum, muhterem hocam;
“İslam’la alakalı, Fransa’dan bazı haberler:
“1. Geçen hafta, bir komünist milletvekilinin önerisiyle, mecliste, sokakta başı tamamıyla kapalı olan (nikab / sitar / burka) takan kişilere yönelik, bir komisyon kuruldu, şu ana kadar yaklaşık 50 milletvekili bu öneriyi imzaladı. Ne garip bir özgürlük (anlayışı)??? Tabii bunun arka planında yine İslam ve müslümanlara bir kısıtlama, sanki bu 2004’de kanunlaşan, okula başörtüsüyle girme yasağının, bir devamı..
“Sarkozy bu konu hakkında şu ifadeleri kullandı: “…..Cumhuriyetimize burka, hoş gelmemiştir.”
“5 milyonu aşkın Müslümanın bulunduğu bu ülkede, Müslümanların haklarını savunacak yeterli siyasi ve hukuki güç yok, maalesef.
“2. 2009 / 2010 okul senesi için, Strasbourg şehrinde, resmi ve Fransız hükümeti tarafından bir İlahiyat bölümü açılıyor. Hukuk fakültesine bağlı bir bölüm, Master 2’den başlıyor. Hedefler: Müslümanlar hakkında araştırma yapan araştırmacılar için bilgi birikimi oluşturmak, İslami kuruluşların temsilcilerine eğitimlerinde katkıda bulunmak…vs.
Dersler: Sekafe İslamiyye (İslamî Kültür), Avrupa’da Dinler Hukuku, İslam Fıkhı, Nasların Tahlili (te’vil, tefsir….), İslami Düşünce Hareketleri, Dil (Arapça zannedersem) ve son olarak 1 yüksek lisans tezi.”
Fransa’dan gelen mesaj böyle. Elbette Fransa’nın “kendine özgü” bir durumu ve tutumu olduğundan söz edilebilir ve bunun genel olarak Batı’ya mal edilemeyeceği ileri sürülebilir. Ancak bu, meseleyi “Fransa’nın özel durumu” gibi dar bir çerçeveye hapsedip kendimizi kandırmaktan öte bir anlam ifade etmez.
Problemi iki yönlü olarak ele almak gerekir:
- Genel olarak Batı’nın “öteki”ne karşı bir tutum geliştirdiğini kabul etmek ve bunu normal karşılamak gerekir. Zira “kendine benzetmek” Batı’nın karakteristik özelliğidir. (İslam’ın, otantisitenin muhafazasını öngörüp, hakim olduğu tarih ve coğrafyalarda herkesin “kendisi olarak” yaşamasını istediği, ayrıca belirtmeye ihtiyaç duymayacak açık bir realitedir.)
- Bizi “kendisine benzetmek” isteyen Batı’da yaşamakta ısrarcı olduğumuz sürece bu türlü uygulamalara maruz kalmamız kaçınılmaz olacaktır. Orada “hak arama mücadelesi vererek”, her türlü olumsuzlukla savaşmayı ilke edinerek yaşamayı göze alıyoruz da, kendi topraklarımızda bunu yapmaktan niçin imtina ediyoruz, işte burasını anlamak mümkün değil.
Acaba kendi aidiyetlerimizle aramıza giren mesafeden söz etmenin zamanı gelmedi mi? İster adına “İslam dünyası” denen coğrafyada, isterse buranın doğusunda veya batısında yaşayalım, müslümanlar olarak bulunduğumuz yerde müslümanca yaşamanın imkânlarını oluşturmakla mükellefiz. Burası tartışma dışı.
Tartışılması gereken, bu imkânları hangi dili ve yöntemi kullanarak yapmamız gerektiği. “Özgürlük” mücadelesi vererek bunu yapmak mümkün ve doğruysa, 28 Şubat’ta dönemin iktidarına karşı saf tutanların, son birkaç dönemdir İran’da her seçim sokaklara dökülenlerin, Irak ve Afganistan işgallerinde Amerika’nın, Filistin işgalinde İsrail’in, hatta alemcilerin, eşcinsellerin… aynı dili kullandığını niçin fark etmiyoruz?
“Onlar bu kavramı istismar ediyor diye su-i misali emsal kılmak doğru olmaz” diye bir itiraz ileriye sürülecek olursa derim ki: Özgürlük kavramı onlar için var, bizim için değil!
Biz, kendi dünyamızı kendi kavram ve değerlerimiz üzerine inşa etmeyi göze almadıkça başkalaşmak kaderimiz olmaya devam edecek…
Milli Gazete – 6 Temmuz 2009