Uluslar arası sistemde sözünüzün geçmesi tek bir şeye bağlı: Güç! Onu oluşturmak için gerekli olan ilk unsur ise “irade”! Evet, dünyada sözü geçen, başkaları tarafından dikkate alınma, hesaba katılma ihtiyacı hissedilen bir güç haline gelmenin ilk ve en önemli şartı irade. Onu ortaya koyabilmek için gerçekçi zeminlere ihtiyaç var. Bu noktada aidiyetler merkezî önem taşıyor.
Osmanlı’dan kalan boşluk üzerine inşa edilen modern Türkiye projesinin, dünya ölçeğinde tepki ve tavırları hesaba katılan bir ülke oluşturmak için gerçek anlamda herhangi bir girişimde bulunduğunu, hatta bırakalım girişimi, böyle bir niyet taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Kendisini “eski kötüydü” anlayışı üzerine kurgulayan bu projenin, aradan geçen 1 asra yakın zamana rağmen bu anlamda herhangi bir mesafe kaydettiğini söylemek ne yazık ki mümkün değil. Yapılan en iyi iş, Batılılara ait bir şehrin varoşunu oluşturması “lütfen” kabul edilmiş bir ülke olarak, “iyi bir tüketici” rolünü oynamak. Geldiğimiz noktada bu rolü güzel oynamada hayli tecrübe kazanmış bulunduğumuzda şüphe yok…
Türkiye’nin tutturduğu istikamet, kendi ayaklarımızın üzerinde durmayı reddettiği gibi, tabii hinterlantlarımızla da bağlantıların kesik olması ilkesine sadakatle riayeti emrediyor. “Hinterlant” kelimesini çoğul kullanmamın sebebi “Osmanlı” denince akla gelen birden fazla unsuru aynı anda çağrıştırıyor olması. Türkiye’nin bunlarla sahici bin bağlantısı var mı?..
Modern dünyanın bundan daha fazlasını gerektirdiği, mevcut güç dengesi içinde hesaba katılan bir unsur olmak için Osmanlı’nın her anlamda sahip olduğu ihata alanından daha fazlasına ihtiyaç bulunduğu aşikâr iken, Türkiye’nin böylesine iradesiz, iddiasız ve kimliksiz yaşaması gerçekçi bir durum değil. Bunu anlamak için özel ihtisas eğitimlerinden geçmek gerekmiyor…
Dünyadaki Türk nüfusun hemen tamamı Müslüman. Dünyadaki hemen bütün müslümanların İslamî zeminde var olmak için gözlerini Osmanlı’nın torunlarına diktikleri de vakıa. Bir yandan Türk dünyası, öte yandan İslam dünyası…
Bir yandan devasa imkânları elinde tutan bu kocaman coğrafya, öte yandan dünyadaki başlıca kriz merkezlerine ev sahipliği yapıyor. Türküyle, arabıyla, peştunu, taciki, kırgızı, acemi, boşnakı, çeçeniyle… bütün müslümanlar işgal, baskı ve sömürünün muhtelif versiyonlarıyla muhatap durumda. En “rahat” olanlar bile ekonomik anlamda kuşatılmış durumda.
Müslümanlar dünyanın gidişatında söz sahibi olmadıkça, küresel anlamda sömürü ve vahşet varlığını devam ettirecek. Sadece insanların ve ülkelerin değil, dünya dediğimiz gezegenin varlığına ve hayatiyetine de kasteden bir gerileme bu. Küresel ısınma, ekosistemin tahribi… vb. kavramlarla ifade ettiğimiz ” küresel intihar” durumu da müslümanların dünyanın gidişatında söz sahibi olma iradesini gösterememeleri sebebiyle gündemdeki yerini muhafaza ediyor… Enteresan bir paradoks bu…
Saadet Partisi’nin önderliğinde çok sayıda sivil toplum kuruluşunun katılımıyla Çağlayan’da dün gerçekleştirilen miting bu çerçevede hayli anlamlı mesajlar ihtiva ediyor. Dünyanın gerek demografik anlamda, gerekse ekonomik ve jeostratejik anlamda en büyük potansiyelini oluşturan müslümanlar, varlıklarını birbirlerine çok noktadan rapteden ilahî takdirin farkına varıp yüzlerini kendi imkânlarına dönseler dünyanın çehresi değişecek.
Ama biz, zihniyet planında dahi varlığa ve hayata müslümanca bakışın imkânlarını tırpanlamakla meşgulüz halen. Kendi aidiyetlerimizi bile korkunç bir aymazlıkla gayrimüslimlerin değerlendirme tarzları, kavram ve kuramlarıyla anlamaya, izah etmeze, “tenkit etmeye” kilitlenmiş durumdayız.
İster Doğu Türkistanlı olalım, ister Boşnak, ister Filistinli… Kaderimizi başkalarının eline, insafına terk ettiğimiz sürece katliamlara, soykırımlara, sömürü veya işgalin bin bir türüne muhatap olmaktan kurtulmamız söz konusu olmayacak…
Milli Gazete – 13 Temmuz 2009