Son birkaç alıntı:
“Bu noktada “İslam’ın ötekine karşı takınabileceği tavır bu kategorilerden (dışlayıcı dinler, kapsayıcı dinler, çoğulcu dinler, E.S.) hangisi içinde değerlendirilmelidir?” sorusu kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Soruya tek ve her zaman için geçerli olabilecek bir cevap vermek mümkün değildir; zira bu tavır zamana, mekâna ve içinde bulunulan şartlara göre değişir. Bir başka ifadeyle İslam, zamana, şartlara ve konuya göre bu üç kategoriden herhangi biri içinde değerlendirilebilir.” (İslam’a Giriş, -Gençliğin İslam Bilgisi-, 416.)
İslam ahkâmının, ama daha önemli ve öncelikli olarak “İslam itikadı”nın, “öteki” hakkındaki değerlendirmesinin zamana, mekâna ve şartlara göre değişebileceğini telkin eden bu tavra ağlamak mı, gülmek mi gerekir ben karar veremedim!
“Eğer çoğulculuk, özünde farklılık, huzurlu beraberlik ve ötekinin her türlü hakkının garanti altına alındığı bir dünya görüşü olarak tanımlanırsa, o zaman pek çok Müslüman ve önyargısı bulunmayan gayrimüslim düşünür, İslam’ın özünde çoğulcu bir din olduğu, dolayısıyla çoğulcu bir dünya görüşü sunduğu konusunda görüş birliği içindedir.” (A.g.e., 418.)
Hangi İslamî idarede –dinli veya dinsiz– gayrimüslimlere kendi inançlarının veya inançsızlıklarının propagandasını serbestçe yapma hakkına, alkolizmin, cinsel sapkınlıkların birer “hayat tarzı” olarak aleniyet kazanma şansına sahip olabildiğini sorarak devam edelim:
“Batılılarca sıkça dile getirilen eleştiri noktalarından biri, tarihte İslam toplumlarındaki gayrimüslimlerin zimmi kategorisinde değerlendirilmeleri ve buna yönelik uygulamalara tabi tutulmalarıdır. (…) Ancak tarihte günümüzdekinden çok daha farklı şartlar altında gelişen ve belli bir dönemin toplumsal problemlerine çözüm getiren böyle bir kategoriyi sanki bugün uygulanmaktaymış gibi ele alıp bununla İslam’a eleştiri yöneltmenin yanlış ve haksız olduğu, tartışmaya gerek bırakmayacak kadar açıktır.” (A.g.e., 422)
Zimmilikle ilgili ahkâmın “tarihsel” olduğunu, seleflerimizin “vebali” olarak bizim bundan sorumlu olamayacağımızı ve bugün uyguladığımız Şer’î ahkâm içinde “ahkâm-ı ehli’z-zimme” diye bir kategorinin bulunmadığını “göğsünü gere gere” söylediği için bu satırların yazarını mı, bunu ona söylettiği için Diyanet’i mi tebrik etmeli, kararı siz verin!..
Diyanet’in, hedef kitlesine “farklı” bir İslam sunma endişesinin, pek çok bölümünde kendisini açıkça hissettirdiği İslam’a Giriş serisi üzerinde son bir değerlendirme yaparak bitireceğim.
Geçen iki yazı boyunca zikrettiğim hususlar ve bu yazıda naklettiklerim elbette toplamı 2 bin sayfadan fazla bir yekün oluşturan 4 ciltlik serinin çok cüz’î bir kısmını oluşturmaktadır. Baştan sona okunduğunda mezkûr seri içinde yer alan ciltlerin her birinde bu tarz şayan-ı ibret ve tenkit hususlar yanında, yer yer tenakuzlar bulunduğu da görülecektir.
Kader konusunda bir önceki yazıda söz konusu ettiğim satırların yazarının yaklaşımı ile aynı konuda bir başka ciltte (Temel Esaslar) gördüğümüz yaklaşım bunun örneğidir.
Denebilir ki: Bir önceki yazıda söz konusu edilen ifadeler, “Yeni Yaklaşımlar”a tahsis edilen ciltte yer almaktadır. O ciltte, adı üstünde, “yeni yaklaşımlar”a yer verildiği için Temel Esaslar’a ayrılan ciltteki yaklaşımla aralarında bir çelişki bulunduğunu söylemek zorunda değiliz.
Ben de şöyle derim: Diyelim ki “amentü”nün 6 esasından birisini oluşturan “kader” meselesinde Diyanet’in resmî bir bir kararı/inancı ya da bu bu neşriyatın sorumluluğunu üstlenmiş olanların net bir görüşü yok! Ama kader telakkisi sizinkiyle örtüşmeyen halka dinini öğretmek üzere –hem de “giriş” mahiyetinde! – kaleme al(dır)dığınız metinlerde “yeni yaklaşımlar”ın ne işi var? “Yeni yaklaşım”da bulunmak gibi bir mecburiyetiniz varsa gerçekten, bunun yeri münhasıran akademik yayınlar olmalıdır. Geniş halk kesimlerini hedefleyen bir neşriyata “yeni yaklaşım” sokuşturursanız, burada işin mahiyeti değişir!..
Diyanet “doğru şeyleri” söylemek zorundadır. (En azından “teorik olarak” böyledir.) Hatta doğru şeyleri söylemek yetmez, doğru biçimde söylemek de gerekir. Hatta bu da yetmez, “sadece doğru şeyleri ve doğru biçimde söylemek” esastır. Özellikle de Diyanet gibi din işlerini tedvir etmek üzere tesis edilmiş bir kurumun bu noktada sivil kesimlerden elbette daha hassas ve sorumlu davranması gerekir. Halkın vergileriyle ayakta duran bir kurumun, halka “alternatif din anlayışı telkin etmek” gibi bir işe soyunması –her ne kadar istisnai dönemler hariç Diyanet’in aslî görevi gibi telakki edilmiş ise de– aslında temelden yanlış olan budur.
Sahi Diyanet’in, din işlerini tedvir ederken hangi din telakkisine bağlı kalacağı konusunda yasal bir zemin var mı?..
Milli Gazete – 7 Mart 2009