Diyalog Eleştirileri Hangi Maksada Matuf?

Ebubekir Sifil[dosya], 2005, Dinler Arası Diyalog, Gazete Yazıları, Şubat 2005

 

Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin “esastan” ve “usulden” yanlış olduğunu dile getiren yazılar yazdıkça, Fethullah Gülen hocaefendinin sevenlerinden –”cemaatinden” demiyorum; çünkü Hocaefendi‘nin böyle bir tesmiyeyi kabul etmediğini biliyorum–, “sen de mi?” ya da “ahirette görüşürüz” içerikli mesajlar alıyorum.

Zaman darlığından ve kişisel polemiğe girmeyi doğru bulmadığımdan bu mesajların hemen hiçbirine cevap yazmıyorum. Gerek bu türlü mesajlar gönderen kardeşlerimin, gerekse genel olarak bu köşenin okuyucularının bir şeyi bilmelerini istiyorum: Herhangi bir yazı kaleme almak için bilgisayarın başına oturduğumda, ortaya çıkacak ürünün bir hesabı olduğunu hiçbir zaman aklımdan çıkarmamaya azami gayret sarf ettiğimi Rabbim biliyor.

Yazı hayatım boyunca hiçbir zaman “cemaat/grup taassubu” ile hareket etmedim ve inanmadıklarımı söylemedim. Niyazım, yaşadığım sürece her türlü fiil ve amelimde sırat-ı müstakim üzere sabit-kadem kılınmaktır.

Evet, yanlışı göstermek, doğruyu ortaya koymanın gereklerinden birisidir; ancak mevcudiyetini, “başkalarının yanlışları” olarak tesbit ettiği şeyler –bunlar gerçekten yanlış olsa bile– üzerine kuran ve kendisini ancak böyle ifade eden kimse ve kesimlerde tesbit edilecek en önemli hususiyet, “kendisi olarak var olamama” seviyesidir.

Bu mülahazalarla bir kere daha belirtme ihtiyacı hissediyorum: Dinlerarası diyalog meselesinde bu köşede okuduklarınızın –ne kadar oluyorsa o kadar– “hamiyet-i diniye”den başka amili yoktur.

Bunu söylerken hüsn-i niyet ve samimiyet isbatı için gayret göstermenin “boşa kürek sallamak” olduğunu unutmuş değilim elbette. Ama bu imkânsızlık sadece benim için geçerli değil ki!

Bununla birlikte, açıkça ve tekraren belirtmekten başka yapabileceğim bir şey yok: Yazdıklarımın, “bizi çekemeyenler saldırıya geçti” psikolojisiyle “planlı ve organizeli bir cemaat saldırısı”nın ifadesi olarak algılanması en azından benim niyet ve maksadımla örtüşen bir tesbit değil.

Bugüne kadar herhangi bir cemaatin kendi hizmet anlayışı doğrultusunda yapıp ettikleri üzerine kalem oynatmadım. İslam‘ın –moda tabiriyle– “kırmızı çizgiler“ine tecavüz anlamı taşımadıkça, cemaatler arası ihtilafları, mutlak surette ortadan kaldırılması gereken “tefrika unsurları” olarak görmüyorum. Yeter ki bu ihtilaflar, cemaatler ve bireyler arasında bulunması “dinî bir zorunluluk” olan uhuvvet ve ülfete kast eden “tarafgirlik taassubu”na zemin hazırlamasın, geçit vermesin.

Dolayısıyla dinlerarası diyalog faaliyetleri konusunda bugüne kadar yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım, başka değil, sadece bu faaliyetlerin, –benim tesbitime göre– işbu “kırmızı çizgiler”i tecavüz mahiyeti arz etmesindendir.

Şu halde, yazdıklarımın ve yazacaklarımın, “cemaat taassubu”ndan kaynaklanan indî ve karalamaya dönük “sataşmalar” olarak algılanması, bir “niyet tesbiti” olmakla haklılık ve geçerliliğini baştan yitirmektedir…

Meselenin bir başka boyutu daha var: Dinlerarası diyalog faaliyetlerine eleştirel bakanların, bu faaliyetleri yürütenlerce sık sık “diyalogdan korkmak”la ya da “düşmanlık körüklemek”le suçlandığı görülüyor.

Bu suçlamalardan ilkinin gerçeklik değeri, diyalog taraftarlarının, kendi din kardeşleriyle “diyalog iklimi” oluşturma konusundaki isteksizlikleriyle test edilmek durumunda.

İkincisi ise İslam dünyasının maruz bulunduğu tecavüz ve tehditler tarafından fiilen geçersiz kılınmış bulunuyor.

Aslına bakarsanız bu durum bizzat diyalog faaliyetlerini yürütenler bakımından cevaplandırılması gereken bir soruyu öne çıkartıyor: Müslümanlar‘la aralarında 15 asırlık bir sürtüşme bulunan Yahudi ve Hristiyanlar‘a, her türlü dinî, tarihî, kültürel ve siyasal engeli ve riski göğüsleyerek hoşgörü gösterenler, acaba neden “kardeşleri” ile böyle bir ortam oluşturmayı akıllarından geçirmiyor? Aynı dinin, tarihin, coğrafyanın ve kültürün çocuklarıyla barışmak, inancın ve tarihin keskin hatlarla ayrıştırdığı kesimlerle bir fotoğraf karesinde buluşmaktan daha mı zor?

Eğer, “Sizinle aramızdaki ihtilaf Ehl-i Kitap‘la aramızda olandan daha derin” türünden bir savunma ile mukabele edilecek olursak derim ki:

“Rica ederim, ‎Hristiyanların Hz. Mesih’e “ilâh” demelerini, Yahudilerin Hz. Üzeyr’e “Allah’ın oğlu” demelerini (…) ne ile ve nasıl izah edersiniz?”

(…)

“İncil gökten yeniden inse ve bu orijinal nüshada Efendimizi müjdeleyen ayetler apaçık görülse de, onlar, bu eski inatları yüzünden inkârlarında ısrar edeceklerdir…” (Hocaefendi’nin “Fasıldan Fasıla”sından)

Milli Gazete – 22 Şubat 2005