2. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, İslam‘ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere gitmesi, Ebû Cehil gibi müşriklerin ayağına kadar defalarca gitmekten imtina etmemesi de dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak yapılmaya çalışılan hususlar arasında bulunuyor.Oysa bu ve benzeri hususların, Tevhid‘i tebliğ amacına yönelik olduğu ve esasen bir peygamber olarak Efendimiz (s.a.v)’in en temel görevinin tebliğ olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu argüman kendiliğinden buharlaşacaktır.
Eğer bugünkü diyalog taraftarları Tevhid‘i tebliğ maksadıyla hareket ettiklerini söyleyecek olurlarsa, “tanıma, anlama ve hoşgörme” söylemini nereye terk ettiklerini sormak gerekir. Ve yine sormak gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, tebliğ maksadıyla gittiği yerlerde muhataplarını “tanıma, anlama ve hoşgörme” tavrında olduğunu gösteren bir belge var mıdır?
3. Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (s.a.v)’in Necran hristiyanları ile görüşmesi ve kendilerine ibadet etmeleri için Mescid-i Nebi‘yi tahsis etmesi olayıdır.Necran hristiyanlarını Medine‘ye getiren eğer Hz. Peygamber (s.a.v)’in onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran mektubu ise, olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda başlamış demektir. Zira burada da “tanıma, anlama ve hoşgörme” söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden bir durumun mevcudiyetini teslim etmek zorundayız.
Akabinde Necran heyeti Medine‘ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendileriyle konuşmayı reddetmesini “diyalog ve hoşgörü”nün neresine yerleştirebiliriz?Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan sonra huzura kabul edilen heyetle Efendimiz (s.a.v) arasındaki söz dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)’a geldiğinde 3/Âl-i İmrân, 59-61. ayetleri nazil oldu.
Necran heyeti “mübâhale“yi kabulden imtina ettiğinde olanları biraz sonraya bırakarak bu ayetlerin muhtevasına bakalım:”Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı; sonra ona “Ol!” dedi ve (o da) oluverdi. (Bu), Rabb’inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma! Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda tartışanlara, “Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim” de.“
İmdi, Hz. İsa (a.s) hakkında muhataplarına Kur’an‘daki sarahati ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar edemeyen diyalogcuların Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi ne kadar tutarlıdır? Bir de olaya şu açıdan bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki Medine‘ye İslam‘ı kabul etmek üzere değil, “bir orta yol bulabilme ümidiyle” gelmiştir. Bu niyetle başlayan macera, sonunda en temel anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa (as.)’nın kimliği/kişiliği noktasına gelip dayanmıştır. Bu noktada inen yukarıdaki ayetler, Efendimiz (s.a.v)’e –aralarında kendisinin Hak Peygamber olduğunun farkında bulunanlar da olduğu halde–, bu heyet hakkında “diyalog, tanıma, anlama ve hoşgörü”yü değil, “karşılıklı lanetleşme”yi, yani köprüleri atmayı emretmektedir, neden?
Nihayet “mübâhale ayeti“nin gereğini icra etmek için Efendimiz (s.a.v), yanına torunları, Hz. Fatıma ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı lanetleşmek için yola çıktı. Ancak durumun vehametini sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için Hz. Peygamber (s.a.v)’e “anlaşma” teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında kurulması gereken ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir.
Bu teklif üzerine Efendimiz (s.a.v)’in yazdırdığı anlaşma metni şöyle:”Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Allah’ın elçisi Peygamber Muhammed’in Necran (halkına) yazısıdır.
Onların bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Resulullah’ın hükmü, onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet Recep, bin adet de Safer ayında olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk dirhem (bir okiyye) değerinde olacaktır.
Elbiselerden haraç vergisini aşan ve okiyyelerden eksilen olursa, hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar, atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır. “Necranlılar elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen’de bir savaş ve olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olanlar tazmin edilmek suretiyle Necranlılar’a geri verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır. Necranlılar’ın canları, dinleri, vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar, Allah’ın himayesi ve Peygamber Muhammed’in emanı altındadırlar.
Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne geçmişten dolayı bir töhmet, ne de kan davası vardır. Onlar savaş için çağırılmayacak, mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir.
Kim hakkını isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir. “Bundan sonra kim faiz alırsa benim emanımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri sürece bu sayfada yazılı olan hususlar Allah’ın emri gelinceye kadar Allah’ın himayesi Resulullah Peygamber Muhammed’in emanı altındadır.”
Devam edecek.
Milli Gazete – 21 Aralık 2004