Önce kendimizi kurtarmamız gerektiğini unutup, dünyayı kurtarmaya soyunalı beri, dünyayı da kendimizi de kaybettiğimizin farkına varamıyoruz. İçimizin “harabat”ına bakmaksızın dışımızı mamur kılma cehdinde ömür tüketirken, dışımızı aydınlatacak ışığın öncelikle içimizde ışıması gerektiğini bir türlü kavrayamıyoruz. “Kendisi himmete muhtaç bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede.” İbrahim b. Edhem hazretleri, Abbasî halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr‘un “Ne var ne yok?” sorusuna o hikmet dolu mukabelede bulunurken aslında temel bir hayat düstürunu ifadeye döküyordu:”Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz”Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz.” (Ebû Nu’aym, “Hilyetu’l-Evliyâ“, VIII, 10; İbn Asâkir, “Târîhu Dimaşk“, VI, 336)
Makbul iman ve salih amelin “sahih bilgi“ye mütevakkıf olduğu temel hakikati bizi, bir yandan ihtiyacımız kadar öğrenme, diğer yandan da öğreneceğimiz bilginin doğru yerden, doğru biçimde gelen doğru bir bilgi olduğunu tahkik etme yükümlülüğüyle yüz yüze getiriyor.”İhtiyacımız kadar öğrenmeyi anladık da, diğeri nasıl olacak?” diyebilecekler için işaretlenmesi gereken nirengi noktaları kısaca Sahabe ve Ehl-i Sünnet‘tir.Her ne ki Sahabe tarafından benimsenmiş ve onlardan ahzen Sünnet Ehli ulema tarafından sistemleştirilip hayata aktarılmıştır, o doğrudur; doğru odur…
Dünyamızı mamur kılmak için Din‘in “gözden çıkarılabilecekler”ini çoğalttıkça kendi hayat damarlarımızı tıkıyor, kendimizi soluksuzluğa mahkûm kılıyoruz…İşte size, Kanada‘dan aldığım “çığlık” gibi bir mesaj:”Ben Kanada’da yaşamakta olan bir bayanım. Önceden kapalı olan iki kardeşin, hadisleri reddederek, başörtüsünün olmadığını söylemeleri ve başlarını açmaları burada büyük fitneye yol açmak üzere. Namazı üç vakit kılmak ve başörtüsünün aslında yaka örtüsü olduğunu iddia etmekle (…) cahil kesimden başörtülü insanları da etkilemeye başlıyorlar. Bu bilgileri … diye bir web sitesinden almışlar. Ben de açıp baktığımda çok korkunç bir site olduğunu gördüm.
Çok zekice kelimeler seçilip insanın aklına şüphe sokmak için hazırlanmış…”Bu minval üzere devam eden satırlar, Allah rızası için yardım talebiyle son buluyor.Tutuşturanları bilmem ama, bu ateşe yananlar, onların eline kibriti kimin tutuşturduğunun kesinlikle farkında değil. Akıl edip de bu Din‘i yeniden tarif etme, hatta “belirleme” ihtiyacının nereden doğduğu sorusunu sormak bu tuzağa paçasını kaptıranlar için çoğu zaman mümkün olmuyor…Bu yazıyı yazdıran ikinci mesaj, İslamî ilimler konusunda herhangi bir tahsil görmemiş birisinin Akaid/Kelam sahasına doğrudan taalluku bulunan Esma-i Hüsna hakkında yazdığı bir kitap hakkında. Şu cümlelerle başlıyor:
“Aşağıdaki maddeler Allahü Teala’nın isimlerine dair yapılmış itikadi hatalar olup kitapta bulunan mana ve lafız yanlışlarının sayısı bu sayının yaklaşık 3-4 katı civarındadır; yazıyı fazla uzun tutmamak adına bunları maddelemeyeceğim, buna zamanım da yok zaten..
Bu maddelerdeki kimi hatalar kitapta birden fazla yerde tekrarlanmıştır; bir kısmının tekrar yerlerini aynı madde içinde vermeye çalıştım. Bu hataların, kulluk edebine yakışmayacak çirkin ifadelerin bir kısmı din alimlerince elfaz-ı küfr açısından incelemeye konu olabilecek niteliktedir. Esmaül Hüsna hakkında bu kadar özensiz, bilgisizce ve hatalarla dolu bir kitap yazılmasını esefle kınıyorum ve tekrar ediyorum: “Dine ve hele Allahü Teala’ya dair bir kitap yazmak “Sağlık Sırları” veya “Aşka Dair Öyküler” yazmaya benzemez.” Kalemine, süslü sözler yazmasına güvenerek cahil cesaretiyle bu kitabı yazan ve yayınlayanları Allah ıslah etsin. Allah hepimize doğru kaynaklardan hak sözü işitip öğrenmeyi nasib etsin…”
Okuyucumun dikkat çektiği noktalarda gerçekten kayda değer hatalar mevcut. Böylesi hassas bir konuda kalem oynatmadan önce kişinin, uzun süre “Ben bu işe ehil miyim?” diye kendisini muhasebeye tabi tutması gerekir. Bugün kaynak olarak kullandığımız –eski ulemaya ait– pek çok eserin girişinde, müellifin, o eseri vaki talepler üzerine kaleme aldığını ve önce istihare yaptığını okuyoruz. Bir bu hassasiyete, bir de Esma-i Hüsna‘yı “Allah’ın ünvanları” olarak niteleyen bir kalemden dökülen satırlara bakınca, Süfyân b. Uyeyne‘nin, “Denizciler çoğalınca gemi batar” şeklindeki hikmetli tesbitini hatırlıyorum. Bu Din, na-ehil müntesiplerinden çektiğini düşmanlarından çekmemiştir…
Milli Gazete – 25 Ocak 2005