Yahudilik, Din’in geleneğe dönüşmesi bağlamında önemli bir tecrübedir. İsrailoğulları, Hz. Musa (a.s) henüz hayattayken sık sık nükseden “yahudileşme” hastalığı dolayısıyla birçok ilahî cezaya çarptırılmış, Tevhid temelli bir hayat için getirildikleri Filistin toprağında kısa bir süre sonra şirk içinde bölünerek “Yehuda” ve “İsrail” devletlerini kurmuşlardır. Nihayet Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) bu coğrafyadaki Yahudi varlığına son vermesiyle başlayan birinci ve Roma tarafından tabi tutuldukları ikinci sürgün dönemlerinde ve oradan 1948’e uzanan süreç içinde –sürekli gönderilen elçilerle uyarıldıkları halde– yoldan çıkma alışkanlıklarını terk etmemişlerdir.
Uzun yüzyıllar boyunca yaşadıkları inişli-çıkışlı tarih, İsrailoğulları’na bir “kimlik bilinci” sağlamıştır; bu doğru. Ama bu kimliğin aslî ve temel unsurunu, Hz. Musa (a.s) ve Tevrat’tan daha çok Yahudi din adamlarının oluşturduğu geleneğin teşkil ettiğinde şüphe yok…
Hz. İsa (a.s)’ın terk-i dünya etmesinden kısa bir süre sonra sahneye çıkan Pavlus’un –anlatımı uzun süreceği için burada giremeyeceğimiz unsurlara dayanarak– yürüttüğü desise dolu mücadeleler süreci sonucunda Havariler’in etkisinin kırılması, nihayet 325 İznik konsilinde Roma’nın Pavlus Kristolojisi’ni “resmî din” olarak kabul etmesiyle birlikte Muvahhid İsevî damarın giderek zayıflayan varlığının zaman içinde tarihe karışması sonucunda Hristiyanlığın ortaya çıkması konusunda da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Burada da artık Hz. İsa (a.s)’dan ve İncil’den ziyade Pavlus’un oluşturduğu gelenek “din” kisvesi altında arz-ı endam etmektedir.
Her iki örnekte de “kurumsallaşmış” bir yapının Din’in yerine geçmesi, onun yerine ve rağmına akide ve tasavvur oluşturup hayata vaziyet etmesi söz konusudur. Her iki geleneğin Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) tebliğ ettiği Din’le, birtakım sembolik unsurların kullanılması dışında hiçbir sahici ilişkisi yoktur.
Tarihi çarpık bir zihin yapısıyla okuyan; İslam’a, kaynaklarına, kurumlarına ve Müslümanların tarihsel tecrübelerine şaşı bakan birtakım çevrelerin, Yahudilik ve Hristiyanlık tecrübelerinin aynıyla İslam ve Müslümanlar hakkında da söz konusu edilebileceğini iddia etmesi gülünç olduğu kadar düşündürücüdür de…
Her şeyden önce İslam’da “devamlılık” esastır. İslamî tecrübede Din’in geleneğe dönüştüğünü söyleyebilmek için, ilkin “devamlılık” unsurunun nerede kesintiye uğradığının, ikinci olarak da gelenek dedikleri şeyin hangi noktalarda Din’in aslî/sahih paradigmasıyla ayrıştığının ortaya konulması icap eder. Kesinti nerede olmuş ve “dönüştüren gelenek” –şayet böyle bir şey varsa tabii! – nerede devreye girmiştir? Efendimiz (s.a.v) ile Sahabe arasında mı, Sahabe ile Tabiun arasında mı, onlarla diğer nesiller arsında mı?…
Şia’yı oluşturan kesimlerin önemli bir bölümünde görüldüğü üzere Sahabe’nin Efendimiz (s.a,v)’den sonra İslam’ı tahrif ettiği, ya da Haricî düşüncede olduğu gibi Sahabe’nin irtidat ettiği tarzındaki marjinal yaklaşımları paranteze alarak konuşursak, Müslümanların inanç ve amelde referansları dimdik ayaktadır ve hiçbir “geleneğin” onların yerini aldığı ileri sürülemez. (Sözünü ettiğim iki yaklaşımı niçin paranteze almak gerektiğini kısmet olursa bir başka yazıda irdeleriz.)
Kur’an’ın ve/veya Sünnet’in tahrif edildiği ya da “tarihsel” olduğu tarzındaki iddialar, İslam yerine farklı bir din tasavvur edenlerin büyük ölçüde Batılı fikir atalarının sağladığı lojistik destekle dillendirdiği “kurgu” mahsulü şeylerdir. Diğer dinlerin başına gelenlerin İslam’ın da başına pekala gelebileceği tarzındaki yaklaşımlar, İslam’ın “Son Din” olduğu gerçeğini ıskalamaktadır. Şayet bu Son Din, onların iddia ettiği gibi tarih içinde gerçekten esaslı bir şekilde tahrif edildiyse, onun ahir zamanın dirayet, algı ve şuur seviyesiyle aslî mahiyetine irca edilebileceğini söylemek eşyanın tabiatıyla çatışmak olacaktır!
Efendimiz (s.a.v)’den sonra Sahabe-i kiram, Ümmet’in sahih Din ve kaynak telakkisine sahip kılınması için son derece bilinçli ve sistemli bir faaliyet yürütmüştür. Akaid, Fıkıh, Tefsir, Hadis… gibi ilimler “kurucu nesil” konumundaki Sahabe’nin temelini attığı disipliner yapı içinde sistemleşmiş ve varlığını uzun yüzyıllar boyunca devam ettirmiştir. Bunun sonucunda Din’in sabitelerden ve değişkenlerden oluşan alanları net olarak ortaya çıkmıştır. Sabit olan kıyamete kadar sabit olacak, değişken olan da şartlar tahakkuk ettiğinde yerini başka “meşru” değişkenlere bırakacaktır.
Kendisini Kur’an, Sünnet ve İcma ile refere etmeyen hiçbir yaklaşım Müslümanlar nazarında “meşruiyet” kesbedemez. Bunun anlamı şudur: Bu Din, “edile-i şer’iyye” dediğimiz bu referans sistemi vasıtasıyla her türlü tahrife karşı korunmaktadır. Bu referans sisteminin Din’i tahrif ettiğini ileri sürenlerse ahir zamanın amatör cambazlarıdır…
Milli Gazete – 26 Mart 2011