“İslam dini” ile “İslam düşüncesi” arasındaki fark nedir?
Fırkalaşma olgusunu gereği gibi anlayabilmek için yukarıdaki sorunun cevabını net olarak vermek kaçınılmazdır. “İslam dini”, temel belirleyicileri bakımından “seküler” beşer inisiyatifinin sıfır noktasında olduğu alanı anlatırken, “İslam düşüncesi” tabiri, beşer inisiyatifi temelinde şekillenen bir alanı ifade etmektedir.
Yukarıdaki cümlede “seküler” kelimesinin tırnak içinde verilerek vurgulanması şu anlama geliyor: Din’in içtihada açık bıraktığı sahada “ehil kimseler” tarafından yürütülen içtihad faaliyeti, Allah Teala’nın ve Resulü’nün muradına ulaşma gayretinin ifadesi olması dolayısıyla “dinî” bir faaliyettir. “Müçtehidlerin hepsi isabetlidir” diyen –ve Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî’nin çoğunluğu oluşturduğunu söylediği– ulemanın bu yaklaşımının izahı da ancak böyle mümkündür. İçtihad etmek de, fetva vermek de tamamen “dinî” faaliyetlerdir.
Kur’an ve Sünnet yanında İcma ve Kıyas’ın oluşturduğu “aslî deliller” kategorisi, ahkâmın naklî zeminini teşkil ettiğinden, “Edille-i Şer’iyye”nin bu kısmında “düşünce” faaliyetinin belirleyiciliğinden söz etmek doğru değildir.
Buna mukabil, ahkâm sahasının şurasını-burasını, “çağa uymuyor”, “ele-güne izah edemiyoruz”, “bizi sıkıntıya sokuyor”… gibi gerekçelerle tadil etmeye kalkışmak –bu işi yapanlar zahiren içtihad ehliyetini haiz olsa dahi– “dinî” değil, “dünyevî” yani seküler bir faaliyettir. Dolayısıyla “İslam düşüncesi” tabirinin kapsam alanına girer.
Denebilir ki: Kur’an, Sünnet ve İcma’ı anladık da, Kıyas niçin “naklî deliller” kategorisinde olsun?
Bu önemli sorunun cevabı şöyle verilebilir: Kıyas, nasslarda hükmü bulunmayan bir meseleyi, aralarındaki illet birliği dolayısıyla nasslarla hükme bağlanmış bir meseleye benzeterek hükme bağlamak olduğundan, temeli yine nassa dayanmaktadır.
Buna da şöyle itiraz edilebilir: Kıyas yapabilmek için, söz konusu iki hüküm ve illet üzerinde kafa yormak kaçınılmaz olduğuna göre, burada bir “beşer faaliyeti” yani “düşünce” söz konusu değil midir?
İşte burası meselenin “inceldiği yer”dir. Zira “düşünce” tabirinin muhtevasını oluşturan “kafa yorma”, “anlamaya çalışma”, “tahlil ve terkip yapma”… gibi faaliyetler esasen Kur’an ve Sünnet bağlamında da bahis konusudur. Bu iki kaynak akıllı insana hitap ettiğine ve aklı olmayanın dini olmadığına göre, Kur’an ve Sünnet’i niçin “naklî deliller” kategorisine sokuyoruz? Sonuçta onların ne dediği de beşer faaliyetinin sonucunda ortaya çıkmıyor mu? Öyleyse buradan, “İslam dininin beşeriliği” sonucuna mı varmalıyız?
İşte burada, işleyiş sistemini naklî delillerin belirlediği akıl ile diğerlerini birbirinden ayırma zarureti ortaya çıkıyor. Söz gelimi mucizeyi inkâr eden akıl Kur’an ve Sünnet’e dayandığını söylese de “İslamî akıl” değildir. Şu halde dönüp dolaşıp yine naklî delillerin oluşturduğu zemine geliyoruz.
Meseleyi bu zeminde değerlendirmezsek, Kur’an’ı şahsî görüş ile tefsir edenlerin isabetk etse de hata ettiğini söyleyen ve onları kötü bir sonun beklediğini haber veren Nebevî uyarıları anlamakta müşkilat çekeriz. Kur’an tefsiri ile iştigal ettiği halde Sünnet’e ittibayı, mucizeyi, şefaati… inkâr eden kimselerin varlığı, bize, aynı zamanda, hepsi de aynı kaynaktan beslendiği halde bu kadar Kelamî fırka nasıl ortaya çıktığı sorusunun cevabını da vermektedir.
İşte bunun için “İslam düşüncesi”, “İslam dini”nden farklıdır.
Milli Gazete – 25 Ağustos 2007