Bizim için bugün, aidiyetlerinden, mensubiyetlerinden, kimliğinden ve “kendisi olmak“tan vaz geçmenin adıdır “değişim“. Bu gönüllü kabulleniş, “bir evden öbürüne taşınmak” kadar basit bir metaforla izah edilemez. Herhangi bir değerler sisteminin bağlıları için bir başka değerler sistemini benimsemek sıradan bir faaliyet olarak görülebilir. Zira netice itibariyle yapılan, aynı doğru parçası üzerinde “yatay” bir hareketten ibarettir. Profan/maddeci değer yargılarının ağıyla örülü bir dünyanın sakinleri için böyle bir devinim asla terakki/”kemal”e doğru seyir içermez.
Mutlak hakikat ile varoluşsal bir ilişki kurmak anlamına gelen “vahye iman” söz konusu olduğunda ise bambaşka bir durum çıkar karşımıza. Burada “terakki”ye ayarlı bir devinim gündeme gelir ve bu da “yatay” değil, “dikey” bir hareketliliği ifade eder. Bu zemin, varlığın, hayatın ve eşyanın biricik doğru izahına ulaşılabilecek biricik vasattır. (Bir süre önce ed-Debûsî‘den naklettiğim “bilgi kategorileri”ni hatırlayın.)
İslam dünyasının modernleşme macerası, Müslümanlar’ın, hangi vasıta ve yöntemle olursa olsun insanları bu zemine çağırmaktan vaz geçmesiyle başladı. Hz. Ali (r.a)’den nakledilen ve bilahare birçok İslam büyüğü tarafından tekrarlanan “İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanacaklar” tesbitinin işaret ettiği hakikati “kesada uğramış” ilan ettikten, yani yüzümüzü ahiret istikametinden “dünya”ya çevirdikten sonra, Oryantalistler‘e hak vererek “hakikat karın doyurmalıdır” demeye başladık. Karnımızın doyması da ancak iddialarımızdan, geçmişimizden, kimliğimizden ve “kendimiz olmak”tan vaz geçmemizle mümkün olacaktı.
Artık “çağıran” değil, “çağırılan”, “belirleyen” değil, “belirlenen” olmuştuk. “Özne”likten “nesne”liğe doğru alçaldıkça değer yargılarımız, kavramlarımız ve dünyamız değişti. O gün bugündür saplandığımız batakta debelenip duruyoruz…
Biz davayı, kavramlarımızı terk ettiğimiz zaman kaybettik. Uğradığımız herhangi bir haksızlık karşısında “insan hakları” konseptine başvurduğumuzda, kendisine benzememizi dayatanlara karşı “özgürlükler“den dem vurarak savunmaya geçtiğimizde, “Sizin gibi olmak istiyoruz; ama siz istediğiniz için değil…” yalanına inandıkça aslında nesneleştiğimizi kabul etmekle, kazandığımızı düşündüğümüzde de kaybediyoruz..
Rahmetli Cemil Meriç’i anmanın tam sırasıdır:
“Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark” ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. İntelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’tan beri tanıdığımız Batı’nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü… Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir anakronizm’in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm. Bu ‘çağdışı’ ithamı, ithamların en alçakçası ve en abesi. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı’nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlık masalı, bir ihraç metaı Batı için, kokain gibi, LSD gibi, frengi gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gâvurlaşmak…”
Şunu fark edemiyoruz: Değişim, kendi gerçeklerimizden hareketle ve kendi ölçülerimizle, kendi dinamiklerimizle var ettiğimiz bir olguyu/gerekliliği ifade etmiyor. Dışımızdaki dünyanın kalıplarını mutlaklaştırmak suretiyle hayata geçirmeye çabalamanın ifadesi olan bir “başkalaşım” yaşıyoruz ve rahmetli Meriç’in de ifade ettiği gibi “Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeğe başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır. Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az–gelişmişsin.” Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nisân-i zîşân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.”
Milli Gazete – 16 Mart 2004