Dâru’l-Hikme Hakkında

Ebubekir Sifil2002, Gazete Yazıları, Gündem, Haziran 2002, Konularına Göre, Usul

Bazı okuyucular, daha önce bu köşede açılışı vesilesiyle kendisinden söz ettiğim Daru’l-Hikme’nin kuruluş amacı, hedefleri vs. hakkında daha fazla bilgi istiyor.

Daru’l-Hikme, modernleşmenin geldiği son aşama olan “küreselleşme” ile birlikte İslam dünyasında yaşanan “değerler çözülmesi”nin bizi, dünya hayatında küresel güç denkleminde var olmak bakımından bir yere götürmeyeceği gibi ahiret hayatımızı da tehlikeye atmakta olduğu temel tesbitinden hareket etmektedir.

Bu temel tesbit, kimi başka bakış açılarıyla ortak payda teşkil ediyor izlenimi verse de, Daru’l-Hikme açısından şu esas farklılık geçerlidir: Anahtar, varisi bulunduğumuz ilim mirasında ve ait olduğumuz medeniyetin kodlarındadır. Buradaki “kod” kelimesinin altını çiziyorum. Zira Daru’l-Hikme’ye göre Müslümanlar’ın, varlıklarını “kendileri olarak” sürdürebilmeleri için olduğu kadar, “tarihe maruz kalan nesneler” olarak değil, “tarih yapan/yazan özneler” olarak var olabilmeleri için de yapılması gereken, geçmişi “olduğu gibi” bugüne ışınlamak değildir. Daru’l-Hikme  bugünün, geçmişi özgün ve muhteşem kılan temel unsurlar üzerine inşa edilmesi gerektiğini düşünüyor.

Bunun, İslam ilim mirasının ihyası gibi çetin, sabır ve fedakârlık isteyen ve daha da önemlisi sürekliliğini nesiller boyu devam ettirebilme başarısını gösteren bir çaba gerektirdiği açıktır. Bugün eğer geçmişte dünyaya şekil vermiş bir İslam medeniyetinden söz edebiliyorsak, burada Abbasîler tarafından kurulan ve 500 yıl gibi uzun bir süre faaliyet göstermiş bulunan “Beytu’l-Hikme”nin (ve tarihte iz bırakmış onun gibi daha pek çok kurumsal yapının)  rolünü unutmamak gerekir.

Meselenin ciddiyeti ve boyutları düşünüldüğünde böylesi kurumların arkasında ciddi bir finansal desteğin bulunması gerektiğini belirtmek zait düşer. Söz gelimi Abbasi halifesi el-Me’mun, Batı ortaçağının en zengin kütüphanesini oluşturmak için dünyanın muhtelif bölgelerine ilim adamlarından oluşan heyetler göndererek büyük paralar karşılığında kitaplar satın alıyordu. Aynı şekilde Beytü’l-Hikme kadrosunda görev yapan mütercimler, Arapça’ya çevirdikleri kitapların ağırlığınca altınla ödüllendiriliyordu. (Bunu bir abartma olarak görebilecekler için söyleyeyim: Kitaplar terazinin bir kefesine konuyor, diğer kefeye de ağırlık eşitleninceye kadar altın tozu dökülüyordu.)

Nitekim İslam dünyasını birkaç yüzyıldır meşgul eden Oryantalizm hareketinin arkasında devlet bütçelerinden ayrılan büyük meblağlar bulunduğunu da hatırlamak gerekir. Eğer bugün İslam dünyasında –”karşı Oryantalizm” diyebileceğimiz “Oksidentalizm” hareketi oluşturmayı bırakın– Oryantalizm’in tarihi bile henüz yazılmamışsa, ürettiği problemleri absorbe edecek ilmî yetkinliğe ulaşılamamışsa; hatta bunu da bir kenara bırakalım, kütüphanelerimizde çürümekte olan yazma İslam kaynaklarının gün yüzüne çıkarılarak neşredilmesi için gerekli çaba gösterilmiyorsa –ki kendimizi tanımanın yegâne yolu budur–, bunun suçlusu ilim adamları değil, ilim adamı yetiştirecek kurumsal yapılar oluşturmanın hayatiyetini fark edemeyen “ağniyâ-yı bâhilîn”dir.

Birkaç yoksul öğrenciye cep harçlığı kabilinden burslar dağıtmakla, Ramazan’larda üç-beş muhtaç aileye gıda yardımında bulunmakla, cami yaptırmakla ya da mevcutlara halılar döşetmekle ahireti garanti ettiklerini zannedenlerin fena halde yanıldıklarını düşünüyorum. Elbette sorumluluğunun bilincindeki Müslüman servet sahibi için bunlar da aksatılmaması gereken görevler arasındadır; ama sorumluluk sahalarının genişliği içinde “devede kulak” olarak.

İsterseniz haksızlık ettiğimi düşünün, ama bana göre uluslararası Yahudi finansörlerle kendisi arasında bir “fedakârlık” kıyaslaması yapmaksızın Filistin’deki Yahudi katliamını televizyondan gözleri yaşararak seyretmek öncelikle Müslüman zengin için bir lükstür.

Haziran 2002 – Milli Gazete