Cehalet-Cahiliye

Ebubekir Sifil2009, Gazete Yazıları, Kasım 2009

Modern zamanlarda sıklıkla düştüğümüz zihinsel tuzaklardan birisini, bilgi ile cehalet arasında kurulan ilişki oluşturuyor. Temel referanslarımızın “ilim” meselesine yaptığı vurgudan hareketle okumanın öneminden bahsediyor, cehaletin dinimiz tarafından nasıl yerildiğini –biraz da modern değerlerle örtüşen şeyler söylemenin getirdiği rahatlığın tadına da vararak– büyük bir iştiyakla anlatıyoruz.

Zaten İslam’dan önceki döneme “cahiliye” denmiş olması, İslam’ın baş düşmanı Amr b. Hişâm’ın “Ebû Cehil” (Cehaletin babası) olarak anılması… dinimizin okumaya ve bilgili olmaya verdiği önemin göstergeleri değil mi?!

Oysa başta da işaret ettiğim gibi bu bir “tuzak”tır ve bizim, “ilim”, “alim”, “ilim öğrenme öğrenme”… gibi temel değerlerimizin anlam kaymasına uğramasından başka bir şeye hizmet etmemektedir.

Burada hemen, “İlmin, ilim öğrenmenin ve bilgili olmanın nesi kötü?” tarzında bir soruyla karşılaşabiliriz. Hemen belirteyim ki, benim kastım ilmin, alimin ve ilim öğrenmenin bizzat kendisine olumsuz anlamlar yüklemek değil. Kimsenin böyle bir vartaya düşmesini arzu etmem.

Benim kastım, ilim/alim meselesiyle modern bir durumun birbirine karıştırılmasının doğuracağı vehamete dikkat çekmekten ibaret. Şöyle ki:

Biz, Müslümanlar olarak insanları, ilimle ilişkileri bakımından ikiye ayırırız: “havass” ve “avam”. Bir kimsenin pozitif bilimlerde allame-i cihan olması, İslamî ilimlerde “havas” sınıfında addedilmesini gerektirmez. Hatta böyle kimseler, mesailerini pozitif bilimlere sarf ettikleri için İslamî ilimlerde genellikle “avam” kategorisinde yer alırlar.

“Havass” ve “avam”ın da kendi aralarında muhtelif tabakalara ayrıldığını ayrıca belirtmek gerekir. İslamî ilimlerin herhangi bir dalına “kurucu” otorite vasfıyla damgasını vurmuş olanlarla, o sahada onların açtığı yoldan yürüyenleri –sahaya usulüyle-füruuyla vakıf olan tahkik ehlinden olsa bile–, keza bu tahkik ehli ile o sahanın daha alt tabakalarında yer alanları birbirine karıştırmamak gerekir.

Hatta İslamî ilimlerin birinde “havas”tan olan bir kimsenin, diğer birinde “avam” mertebesinde bulunmasında şaşılacak bir durum yoktur. İlim tarihimizde bunun yığınla ördeği vardır.

Burada bir önemli sorunun cevabı üzerinde kısaca duralım: Günümüzde hayli yerilen “taklid” olgusunun bu tasnifteki yeri nedir?

Hemen belirtelim ki “taklid ehli”nden olmakla “avam” olmak aynı şey değildir. Her taklid ehli avam değildir. Söz gelimi Fıkıh’ta mukallid tabakasına mensup nice insan vardır ki, avamdan sayılmaları mümkün değildir. İbn Âbidîn bunun en güzel örneğidir. Bizzat kendisi, Fukahanın tabakaları üzerinde dururken kendisinin “taklid ehli”nden olduğunu söylemiştir. Ancak bu durum İbn Âbidîn’in “alimlik” vasfıyla hiçbir şekilde çelişki teşkil etmez. O, Fıkıh ilminde son devirlerin een önde gelen alimlerinden birisidir.

Cahiliye dediğimiz toplum “hiçbir şey bilmeyen” insanlardan oluşmuyordu. Tam tersine cahiliye toplumu sadece ticareti değil, tıp, yıldız bilimi… gibi birçok sahayı iyi biliyor ve günlük hayatta etkin olarak kullanıyordu.

Onlara “cehalet/cahiliye” vasfını veren, İslam’ın getirdiği “mutlak hakikat” karşısındaki bilgisizlikleri daha doğrusu “duyarsızlıkları”dır. Evet, Mekke müşrikleri hakikati bilmedikleri için değil, hakikati bilmezden geldikleri için “cahiliye toplumu” olmakla tavsif edilmişlerdir.

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda, Darwinist okuyuşla “bilgi toplumu”na evrildiği söylenen ve diğer toplumlarla kıyaslandığında eğitilmiş insan sayısı bakımından tartışmasız bir üstünlüğe sahip bulunan Batı toplumları aslında birer “cahiliye toplumu”dur.

Özellikle “din dili”ni kullananların –mesela İlahiyat camiasının, Diyanet’in…– “cahiliye” ile “cehalet”i birbirine karıştırmamak, okuyan toplum olmaya teşvikin cahiliyeyi ortadan kaldırma amacına hizmet etmeyeceğini bilmek, “irfan” sahibi olmakla “bilgi” sahibi olmanın aynı anlama gelmediğini acilen fark etmek gibi bir mükellefiyeti vardır.

Milli Gazete – 21 Kasım 2009