80’li yılların başında Ankara’da üniversite öğrencisi iken bir keresinde İran büyükelçiliğine bağlı bir birimin öğrencilere verdiği bir iftar yemeğine katılmıştık. İran devriminin –yanılmıyorsam– henüz üçüncü yılı idi.
Yemekten sonra –Ayetullah payesine sahip olup olmadığını bilmediğim ama– üzerinde İran ulemasına mahsus kıyafet bulunan bir zat “doğal olarak” devrimin faziletlerinden ve Humeynî’nin üstün vasıflarından bahsederken, hiç unutmuyorum, sözlerinin bir yerinde şöyle bir ifade kullanmıştı:
“Şayet Ebu Hanîfe bugün yaşasaydı, hiç şüpheniz olmasın, İmam Humeynî’ye biat ederdi.”
Evet İmam Ebû Hanîfe’nin, Ehl-i Beyt’e büyük bir saygısı vardı ve hatta İmam Muhammed el-Bâkır ve oğlu İmam Ca’fer es-Sâdık’a derin bir hürmet beslerdi. Ancak bugün hangi Şii, itikat olarak bu iki Ehl-i Beyt ulusunun çizgisinde bulunduğunu iddia edebilir? Bu iki imamdan, başta Hz. Aişe validemiz olmak üzere Ümmehat-ı Mü’minîn hakkında ve başta ilk üç halife olmak üzere diğer Sahabîler hakkında Şia’nın takındığı tavrı onaylayan herhangi bir söz ve davranış sadır olmuş mudur? Bir İmam Ebû Hanîfe ile bu iki Ehl-i Beyt imamının birbirlerine karşı gösterdikleri tavra bakın, bir de Şii kaynaklarında İmam Ebû Hanîfe’ye yağdırılan lanetlere…
Zâhid el-Kevserî merhum, meşhur “Makâlât”ında, Ehl-i Sünnet-Şia ihtilafı üzerine kaleme aldığı bir makalesinde, yaşadığı ilginç bir anekdota yer verir. İlginizi çekeceğini umuyorum:
“Ezher’e Şâfiî veya Hanefî mezhebine mensup birisi olarak girmiş ve arzu ettiği dalda eğitim görerek mezun olmuş Hindistan’lı bir genç vardı. Zaman zaman beni ziyarete gelen bu genç, bir süre sonra memleketlerinde çıkardıkları bir dergide neşretmek üzere benden makale istemeye başladı. Ben mazeret beyan ettikçe ısrar etti. Bunun üzerine bu gencin durumu hakkında bir araştırma yaptım. Gördüm ki, en katısından bir İmamî (Şia’nın İmamiyye koluna mensup) imiş! En son bir araya gelişimizde ülkesine dönmek üzereydi ve biraz da sitem yüklü bir ifadeyle malum önerisini tekrarladı. Bunun üzerine kendisine çok net bir şekilde içimden geleni söyledim; dedim ki:
“Ben denizaşırı ülkelerde neşredilen dergilere yazmıyorum. Bununla birlikte senin bu gayretini şu bakımdan şayan-ı şükran bir gayret olarak görüyorum: Sen, iki büyük Müslüman kitle arasındaki ayrılıkları uzlaştırmaya çalışıyorsun. Ancak senden daha yaşlı olduğum için tecrübem de seninkinden fazladır. Seni maksadına ulaşatıracak şey bana göre şudur:
“Yeryüzünün doğusundan batısına Ehl-i Sünnet’in –avamıyla, havâssıyla– tamamı Ali b. Ebî Tâlib (k.v)’i ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Ehl-i Beyt’ini yüceltir, onlara olabilecek en büyük ta’zimi gösterir; onları Allah’ın, Resulü’nün ve Ehl-i Beyt’in razı olacağı biçimde sever. Ehl-i Sünnet’in bu tutumu hakkında tatminkâr bir kanaate vardıktan sonra sizler de yeni bir anlayışla Ehl-i Sünnet’i tatmin edecek şeyler yapmalısınız ki bu da, içinizde ilk kuşak, özellikle de Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hakkında gizli bir kin taşımamanız, onlar hakkında kötü söz söylememenizdir. (Allah onların tümünden razı olsun.) Bu yapıldıktan sonra gerisi kolay. Ancak bu konudaki inancının sarih olması gerekir. (…)
“Bunun üzerine gayretlenen muhatabım, orada bulunan insanların huzurunda açıkça şu ifadeleri kullandı:
“Şu mavi gökkubbe altında yaşayan hiçbir İmamî yoktur ki, Ebubekir ve Ömer’in müslüman olduğuna inansın!”
“Bunun üzerine kendisine, “Öyleyse senin bu gayretinin sonu hüsrandır” dedim…”
Nisan 2002 – Milli Gazete