Müslümanlar aidiyetlerinin önem ve değerinin farkına gerçek anlamda varmadıkça dünya düzensizliğin, dengesizliğin, zulmün ve tuğyanın hakimiyetinde kıvranmaya devam edecek. Sözünü ettiğim aidiyetler aslında “fıtrat”ı ifade ettiğinden, Müslüman için olduğu kadar insanlık için de vazgeçilmezdir.
Biz etrafımıza örülen demir kafes içinde kısır ve anlamsız tartışmalarla ömür ve enerji tüketirken çevremizdeki her şey hızla çürümeye devam ediyor. Bir dünyanın ahval ve gidişatına, bir de bizim gündemlerimize bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Dünyadaki toplam üretim 56 trilyon dolar imiş ve bunun 14 trilyon dolarını tek başına ABD yapıyormuş. Daha ilginci, ABD, ürettiğinden fazla tüketen bir toplummuş. Bu durumun, “gelişmiş” diye ifade edilen “sömürgen” Batılı ülkelerin tamamı için geçerli olduğunu söylemek için uzman olmaya gerek yok.
Hayatı ekonomi üzerine inşa eden liberal kapitalist Batı, dini (Hristiyanlığı) de ekonomi temelinde yeniden kurgulayarak bu noktaya gelmiştir. Coğrafi keşiflerin de, teknolojik gelişmelerin de, özgürlüklerin de temelinde bulunan ekonomi, elbette kendine uygun dini de üretmek durumundaydı. Batı’nın bu yeni dini, sömürüye ve acımasız rekabete itiraz etmeyen, hatta bunları birer “erdem” olarak kabul ve teşvik eden bir hüviyete sahiptir. “Protestan ahlakı” denen şeyin karakteristik özelliğidir bu.
Liberal kapitalist anlayış için sermayeyi kutsama noktasında Protestanlık ne kadar vazgeçilmez ise, sermayedarı kutsamak ve alabildiğine özgür bir alan içinde serbestçe hareket edebilmesini sağlamak amacıyla kurgulanan demokrasi de o kadar vazgeçilmezdir. Dolayısıyla bize/dünyaya birer “erdem” olarak takdim edilen liberalizm, kapitalizm, demokrasi ve protestanlık/reformasyon, Batılı sömürgen insanın daha çok üretme ve daha çok kazanma, dolayısıyla “daha çok sömürme” hedefine ulaşmasını sağlayan aracı kavramlardır aslında.
Müslümanlar olarak Din’i bize dayatılan hayata adapte etme ya da tarihi, çatışma ve ayrışma alanlarında yeniden üretme alışkanlığından vazgeçmediğimiz sürece, dünyanın kuzeyi güneyini ve batısı doğusunu alabildiğine, iliklerine kadar sömürmeye devam edecek. Bizim gibi ülkeler de kendilerine “lütfedilen”le yetinerek biteviye koşturmaya..
Daha kötüsü, küresel enformasyon ve propaganda merkezleri, Müslümanların direncini bilinç ve değer yargısı seviyesinde kırmak için İslam’ı; kapitalizm/liberalizm/demokrasi/protestanlık denklemine uyumlu hale getirme amaçlarını büyük bir başarıyla gerçekleştiriyorlar. Daha daha kötüsü de bunu içimizdeki namazlı-niyazlı Müslümanlar eliyle yapıyor olmaları!
“Büyük resim” dediğim özetle bu ve bizler bu resmi, 80 öncesinin o bildik “ideolojik” şablonlarının dışına çıkarak okumayı başarmak zorundayız. Liberal kapitalist sistemin bireyi öne çıkaran, dolayısıyla sosyal adaletsizliğe teşne yapısını eleştiren Marx tamamen haksız değildi. Keza bireyin hareket alanını kısıtlayan ve toplumu vesayet altında tutan, bir süre sonra da “Devlet Kapitalizmi”ne evrilen Komünist sistemi eleştiren liberaller de öyle. Ama bunların hiç birisi insana layık olduğu anlam ve değeri verme becerisini gösteremedi. Kapitalizm-Komünizm çatışması aslında “tencere dibin kara, seninki benden kara” özdeyişini çağrıştıran bir kör döğüşünden ibaretti.
Bu noktada “biz ne yapıyoruz?” sorusu önem kazanıyor. Okur-yazarlarımızın ve meseleyle akademik zeminde ilgilenenlerimizin (haydi “tamamı” demeyelim) kahir ekseriyeti, ya İslam’a protestan liberal kapitalist sistemin/bireyin dünya kurgusuyla bağdaşıp bağdaşmadığı noktasından bakıyor. Yahut da geçmişte yaşanmış ayrışmaları, tartışma konularını en ince detaylarına kadar tekrarlamayı meşgale, hatta “meslek” edinmiş durumda.
İlk bakış açısını benimseyenler, İslam’ın Protestan liberal kapitalist anlayışla bağdaşmadığı gerçeği karşısında reel durumu/yaşadığı hayatı tartışmak yerine İslam’ın kaynaklarını ve nasslarını muhtelif isimler altında ve metotlarla tartışma konusu yapıyor. İkinciler ise adeta hayatını ihtilaflara adamış durumda. Ülfet, muhabbet, birlik ve beraberlik adına bir adım atmak akıllarına bile gelmiyor!
Her iki yöneliş de sonuçta bizim gücümüzü ve enerjimizi emiyor; inancımızı zayıflatıyor ve dünyanın hal-i hazırının devamına şu veya bu şekilde katkı veriyor. Oysa bilinçli Müslüman kendi bireysel ve ailevi hayatıyla olduğu kadar yaşadığı toplum ve dünyanın gidişatıyla da ilgili olmalı değil midir?
Milli Gazete – 11 Ağustos 2008