Siz bu satırları okuduğunuzda ya Mescid-i Aksa’nın mübarek toprağı, bütün Ümmet’in harim-i ismetini müdafaa adına nöbet tutan yiğit mücahitlerin mübarek kanı ile buluşmuş, ya da Siyonist işgal güçlerinin iğrenç emelleri bir kere daha kursaklarında kalmış olacak.
Ümmet için çetin imtihan günlerinden birini daha yaşıyoruz. Coğrafî olarak bizden “uzak” bulunmaları; iniltilerinin, yardım çağrılarının ve sitemlerinin televizyon ekranlarının sanallığını aşarak her birimizin yüreğinde gerçek anlamda karşılık bulması “ihtimal”inin zayıflığı insanın belini büküyor. Onlar gerçekten bizden “uzak” mı, ya da sözünü ettiğim şey gerçekten bir “zayıf bir ihtimal” mi?
Ne yazık ki evet. Aksi söz konusu olsaydı, sadece birkaç kınama ve tel’in gösterisi ile kalmazdık. Aksi söz konusu olsaydı İslam dünyasının herhangi bir köşesindeki kardeşlerimizin maruz kaldığı herhangi bir zulüm sebebiyle yüzlerimiz gülmeyi unuturdu; yemeden-içmeden kesilirdik!
Modern insan, “kolay alışan” insandır. Yaşadığı, daha doğrusu kendisine yaşatılan ortama, şartlara, ahvale kolaylıkla adapte olan, uyum sağlayan insandır. Ayrıcalıklığından, kendine özgü yanlarından, hatta belki “aykırılıklarından” olabildiğince arınmış, “herkes gibi” olmayı başarmış insan!
“Filistin/Mescid-i Aksa meselesiyle modernitenin ne ilgisi var” diye düşünenler büyük bir yanılgı içindedir. Ümmet-i Muhammed modernleşmeyi kabul ettikçe, içine sindirdikçe, etkilerinin, tepkilerinin, tavır ve davranışlarının modern değer ve kalıplara uygun olmasını benimsiyor. Hatta buna özen gösteriyor.
Bunun tabii bir uzantısı olarak bakıyorsunuz Amerika’da, Avrupa’da iktidarın şu veya bu politikasını protesto eden insanların tepki koyma tarzıyla, Gazze katliamını yahut Mescid-i Aksa’yı işgal girişimini Ümmet’in protestosu arasında hemen hiç farklılık yok. Gösterilerimizi yapıyor, bildirilerimizi okuyor, slogan atıyor, sonra dağılıp hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Yaptığımız iş bize, bir görevi yerine getirmiş olmanın rahatlığını bahşediyor. Gösteri sebebiyle ara verdiğimiz faaliyetlerimize geri döndüğümüzde, sürdüregeldiğimiz hayatı daha bir “hak etmiş” olduğumuzu hissediyoruz.
Dahası var: Bunu yapabilmeyi bile bir “başarı” olarak görmemiz gerektiğini telkin eder durumlar… Olup-biteni iş gezisindeyken, yahut iyi bir alış-verişin ardından başarısını “helal yoldan” kutlamak için verdiği ziyafette öğrenenler ve televizyondan seyrettiği haberler esnasında iç geçirmeyi, zalime lanet etmeyi “rahatlamak” adına yeterli sayanlar.
Bunun da dahası var: Bu işlerle hiç ilgisi olmayanlar. “İslamî” hizmetlerine devam ederken Gazze’de, Kudüs’te, Çeçenya’da, Doğu Türkistan’da ya da bir başka yaralı coğrafyada akan kana, işlenen zulümlere ilgisiz, duyarsız kalabilmeyi bağdaştırabildiği bir Müslümanlık yaşayanlar…
Zamanın sonuna doğru hızla yaklaşıyoruz. İçinden geçmekte olduğumuz süreç hayli çetin imtihan dönemeçleriyle dolu. Müslümanlığımızın samimiyeti, safiyeti ve gerçek hüviyeti bu imtihanlarla su yüzüne çıkıyor. Elbette olaylar takdir-i ilahi ile, sevk-i ilahi istikametinde gelişecek. Bu süreçte hak ve hakikat hizmetinde istihdam edilenler de olacak, bu liyakatin uzağına düşmüş olanlar da. “Her nefis kendi kazancının rehinesidir.”
Milli Gazete – 10 Ekim 2009