- Öztürk’ün, muhterem Eygi’yi tahkir edeceğim hıncıyla devirdiği çamlardan bir diğeri, “Kur’an’a çağrı” söylemini “tevhid” merkezli olarak takdim edip, arkasından da bu tavrı İmam el-Gazzâlî’nin el-Müstesfâ’daki tavrı ile refere etmesi. Gören de Öztürk’ün İmam el-Gazzâlî ile aynı vadide seyrettiğini sanır!
Adı geçen eserinde bütün şer’î hükümlerin –belli şartlar ve rükünler doğrultusunda– kabil-i nesh olduğunu, ayetlerin tilavetinin mensuh hükmünün baki olmasının caiz, aynı şeyin tersi durum için de (tilavet baki, hüküm mensuh) söz konusu olduğunu, Sünnet’le sabit ahkâmın Kur’an’la neshinin ve Kur’an’la sabit ahkâmın Sünnet’le neshinin mümkün olduğunu… söyleyen ve savunan İmam el-Gazzâlî ile Öztürk’ün aynı vadide seyrettiğini söylemek mümkün müdür?
Esasen bu söylediklerim ve daha fazlası İmam el-Gazzâlî’ye özgü kabuller olmayıp Ehl-i Sünnet ulemasının genel tavrıdır. Öztürk, okuyucusuyla dalga geçercesine İmam Ebû Hanîfe ile kendisi arasında paralellikler kurmasında olduğu gibi, yeri geldiğinde önemli temel kabullerinde taban tabana zıt durduğu muteber ulema ile arasında köprüler kurmak için anlamları, olayları ve gerçekleri zorlamakta tereddüt göstermiyor.
Onun Kur’an vurgusu ile muteber ulemanın Kur’an vurgusu arasında dağlar kadar fark bulunduğunu önceleri ehli biliyordu da, bu meselenin sokaktaki insan tarafından fark edilmesinde problem vardı. Ancak geçen zaman bu noktanın anlaşılmasına da yardım etti; artık sokaktaki insan da Öztürk’ün manipülatif tavrına itibar etmiyor.
“Kur’an’a çağırmak” ile “kendi Kur’an anlayışına çağırmak” arasında fark bulunduğu meselesi de bu çerçevede önem arz ediyor. İnsanları Allah’ın Kitabı’na çağırmak kadar tabii, hatta gerekli bir şey olabilir mi! Ancak bunun bir metodu, ilkesi ve çerçevesi olmak gerekmez mi?
Bu hususu göz ardı ettiğinizde “Kur’an’la çelişiyor” iddiasıyla pek çok hadiste ortaya konmuş sünneti devre dışı bırakmanız mümkün ve kolay hale geliyor.
Bunu da bir yere kadar anlamak mümkün. Ancak Öztürk’ün “akla ziyan” söylemi, bu tutum ile ulemanın tavrını nasıl olup da aynileştiriyor, işte bunu anlamak imkânsız!
Elbette –kendi tabiri ile– “bütün kaynakların son denetleyicisinin, son hüküm merciinin Kur’an olduğunu, olması gerektiğini inkâr” etmek mümkün değildir. Burada bir problem yok. Problem, vahiy kesilip Din tamamlandıktan ve Hz. Peygamber (s.a.v) görevini mükemmelen yapıp terk-i dünya ettikten sonra mevcut muhkem ahkâmın nasıl değerlendirildiği noktasında temerküz ediyor.
Öztürk, mevcut muhkem ahkâmın önemli bir bölümünün ya Din’e sonradan eklendiğini veya tarihsel olduğunu söylüyor. Özellikle hadd cezalarıyla ilgili ahkâm ona göre böyledir. Burada örneklerin tafsilatına girip sözü uzatmak istemiyorum. Sadece hırsızın elinin kesilmesi konusundaki Kur’an emrinin, hırsızın eline bir çizik atmakla yerine getirilebileceğini söylemesini hatırlatmak yeterli olacaktır.
Şimdi böyle bir durumda son hüküm merciinin Kur’an olduğunu söylemenin ne anlamı kalıyor? Siz Kur’an ahkâmını bu şekilde kafanıza göre esnettikten sonra son hüküm mercii Kur’an mıdır, sizin Kur’an anlayışınız mıdır, bunun takdirini elbette aklı başında olan ve muhakeme kabiliyetini yitirmemiş bulunan insanlar yapacaklardır.
Bu, modern zamanların “ahkâmdan kurtulma” sadedinde izlenen yöntemlerden sadece birisidir ve Öztürk bunu oldukça ustalıklı bir şekilde yerine getiriyor.
Devam edecek.
Milli Gazete – 24 Kasım 2008