“Muhterem Hocam!
“Bu mektubu size Tekirdağ Yüksek Güvenlikli F Tipi Kapalı Cezaevi’nden yazıyorum.
“22 Ocak 2010 Cuma günü sabah namazından önce benim ve sizin de tanıdığınız birçok arkadaşımın evi basılarak Vatan’daki Emniyet binasına getirildik. Burada hiç tanımadığımız veya hayatımızda bir kez karşılaştığımız birçok insanı İstanbul içinden veya dışından toplayıp getirmişlerdi.
“Güya biz silahlı terör örgütü üyesiymişiz!
“Halbuki bütün kamuoyu gibi siz de bilirsiniz ki, bizim terör ile işimiz olmaz. Bana göre bu olaya sebep olan şey, yayınevimizin neşrettiği kitaplardır. Çünkü hiç kimse Risale-i Nur’ların şerh edilmesini istemiyordu. (…)
“… yapılan bu operasyonda bizimle beraber gözaltına alınan ve tutuklanan, kendisini hiç tanımadığım ve gözaltında iken anti-depresan ilaçlar kullandığını gözlemlediğim gariban bir şahsın annesine ait, kimsenin kullanmadığı bir evde yapılan aramada mahiyetini bilmediğim bazı mühimmatlar bulunmuş. (…)
“Ayrıca televizyonda teşhir edilen silahlara gelince, 5 tanesi ruhsatlı olup, bir tanesi kuru-sıkı imiş; bir tanesi de tanımadığım bir şahsın dedesinden kalma eski bir ruhsatsız silah imiş. Kitaplar ise çeşitli yayınevlerinden çıkan bandrollü kitaplardır. Bıçaklar ise evimde bulunan bıçak koleksiyonumdan sadece birkaçıdır. (…)
“Sonuç olarak, yaş ortalaması 52,5 olan 2 alim, 2 gazeteci-yazar, 1 öğretmen, 1 esnaf, 2 işadamı ve 2 garibandan oluşan (10 kişilik), dünyanın en yaşlı ve ciddi sağlık sorunları olan ve adı-sanı belirsiz, gülünç bir örgütün (!) mensupları olarak cezaevindeyiz…”
Yukarıdaki satırlar, Tahşiye, Rahle, Cihangir isimli yayınevlerinin sahibi Mehmet Nuri Turan beyefendiye ait. O ve sözünü ettiği örgüt (!) üyeleri ile ilgili olarak medyada yer alan haberleri hatırlıyor olmalısınız. Ancak dinden, namustan, ahlaktan nasibini alamamış kimselerin işleyebileceği türden yüz kızartıcı fiiller ve o fiillere yakışan görüntüler…
Konunun tekniği hakkında biraz bilgisi olanların pekala bildiği gibi, kamuoyunu “bilgilendirmeye” matuf olan haberle, “yönlendirmeye” matuf olan haber arasında, “doğru”yla “yalan” arasındaki kadar fark vardır. Sokaktaki insanın dikkatini çekmese de çoğu haber, yorumlanarak verilmek suretiyle bir tür “propaganda”ya dönüşmekte ve bu haliyle “kamuoyunu bilgilendirme” adı altında kitleler, “haberler” vasıtasıyla yönlendirilmektedir.
Yaklaşık 2 buçuk aydan beri duruşmaya çıkarılmayı bekleyen söz konusu 10 kişinin bir kısmını tanıyorum. Benim gibi tanıyanlarının, onları, özellikle medyada isnad edilen suçlarla birlikte düşünemediklerini biliyorum.
Mehmet Nuri bey mektubunda bir noktaya dikkat çekiyor: Yayınevlerinin neşrettiği kitaplar. Söz konusu kitaplarda Bediüzzaman merhumun bazı eserlerinin ve görüşlerinin şerh edildiğini biliyoruz. Her ne kadar yukarıda bir kısmını alıntıladığım mektupta Mehmet Nuri bey, Bediüzzaman merhumun eserlerinin şerh edilmesinin istenmediğini söylemiş olsa da, Risale-i Nur’larla şu veya bu şekilde ilgilenenler bir noktayı çok iyi biliyor: Yapılan işin adı “şerh” konmasa da, yıllardır onun eserleri ve görüşleri bir şekilde şerh ediliyor, yorumlanıyor ve hatta muhtelif “açılım”lara mesnet kılınıyor… Birden fazla Bediüzzaman ve Risale-i Nur yorumu söz konusu yani.
Yargı safhasında bulunan bu mesele hakkında yargıyı etkileme ya da yönlendirme anlamına gelecek beyanlardan uzak durmak zorunda olduğumuz için şu aşamada fazla bir şey söylemek doğru değil. Yargının bu olay hakkında en doğru kararı vermesini umuyor ve bekliyoruz.
Milli Gazete – 3 Nisan 2010