Geçen Çarşamba (13 Nisan) gecesi yaptığımız İlm-i Hal programında Kutlu Doğum haftası, kandil geceleri vb. bağlamında söz bid’at meselesine gelmişti. Orada bid’atin sözlük ve ıstılah anlamlarında kullanıldığı yerlere dikkat edilmesi gerektiğini söylemiş ve Kur’an-ı Kerim’in iki kapak arasında toplanması ve Teravih namazının tek cemaat halinde kılınması gibi birkaç örnek zikretmiştim.
İzleyenlerden bazı kardeşlerimiz bu uygulamaların “bid’at” olarak değil, “ictihad” olarak nitelendirilmesinin daha doğru olduğunu belirtiyor ve bu konudaki kanaatimizi soruyor.
Bunların Efendimiz (s.a.v) zamanında görülmeyen, Sahabe-i Kiram tarafından sonradan icra edilen uygulamalar olduğunda şüphe yok. Gerek Kur’an-ı Kerim’in “Mushaf” haline getirilmesi ve çoğaltılması, gerekse Teravih namazının bütün Ramazan boyunca tek cemaat halinde kılınması Efendimiz (s.a.v) zamanında görülen uygulamalar değil. Dolayısıyla bunlar ve benzeri uygulamalar bid’at.
Ancak burada şu inceliği gözden kaçırmamak durumundayız. Bunlar ve benzeri uygulamaların “bid’at olması”, Efendimiz (s.a.v) zamanında olmayıp sonradan ortaya konulmuş bulunmaları dolayısıyladır; ancak bu, bid’at’in sözlük anlamındır. Bu anlamda bid’at, bir “kavram” değil, bir “kelime”dir ve nötrdür; herhangi bir hüküm ve niteleme içermez. Dolayısıyla hadislerde yerilen, kınanan ve sakındırılan bid’at bu değildir.
Buna mukabil, İmam-ı Rabbani’de, eş-Şâtıbî’de ve daha başka isimlerde gördüğümüz “bid’atin hasenesi-seyyiesi olmaz; bid’at bid’attir ve her bid’at merduttur” tavrı, bid’atin “ıstılahî” anlamıyla ilgilidir. Evet onlar, ulemanın “bid’at-ı hasene – bid’at-ı seyyie” taksimini kabul etmiyor ve her bid’atin dalalet olduğunu söylüyor. Bu doğru. Fakat bir başka doğru daha var: Onlar “her bid’at dalalettir” derken, diğer ulemanın “bid’at-ı hasene” olarak gördü şeyi “sünnet” olarak değerlendiriyor.
“Kim İslam’da bir “güzel sünnet” ihdas eder ve kendisinden sonra onunla amel edilirse, ondan sonra onunla amel edenlerin sevabının bir misli kendilerinden de eksiltilmeksizin ona verilir. Kim de kötü/çirkin/günah bir sünnet ihdas ederse, ondan sonra onunla amel edenlerin vebalinin bir misli kendilerinden de eksiltilmeksizin ona yüklenir”[1]Müslim, “İlim”, 15. hadisi, Din’de, daha sonraki kuşakların da sünnet ihdas edebileceğini açıkça ortaya koyuyor. Aksi halde “Kim İslam’da güzel bir sünnet ihdas ederse…” demenin bir anlamı olmaz.
Ancak buradaki “ihdas edilen sünet”in mahiyeti son derece önemlidir. Bu sünnet herhangi bir Kur’an ve Sünnet nassıyla ve herhangi bir Şer’î prensiple çatışma/çelişme teşkil etmemelidir. İşte böyle uygulamalara bir kısım ulema “bid’at-ı hasene” derken, İmam-ı Rabbanî, İmam eş-Şâtıbî ve onların tavrını benimseyen ulema “sünnet” diyor. Kaynaklarımızdaki “Sünnetu’s-Selef”, “Sünnetu’l-Meşâyih”… gibi terkipler tam da bunu anlatır.
10 Ocak tarihli yazımda “tecdid” ile “ihdas” arasındaki ince çizgiye dikkat çekmeye çalışmış ve şöyle demiştim: “Bid’atın başat özelliği, Din’de bir asla dayanmaması, sonradan uydurulmuş/ihdas edilmiş bir şey olmasıdır. Hadislerde geçen “muhdesât” (ihdas edilmiş şeyler) kavramının tam olarak “bid’at”a karşılık geldiği dikkate alındığında anlaşılacaktır ki, bid’atın karakteristik vasfı herhangi bir asla dayanmaksızın “ihdas edilmiş/uydurulmuş” olmasıdır. Her bid’atın dalalet olmasının hikmeti buradadır. Zira bu dinin bir tek sahibi vardır. O’nun hükmü ve iradesi dışında ihdas edilip Din’e sokulmaya çalışılan her yenilik bu sebeple dalalettir!..”
Burada geçen “bid’at” tabirinin “bid’at-ı seyyie”/”sünnet-e seyyie” anlamında olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok.
Dolayısıyla burada izleyicilerin tesbitinde söz konusu edilen türden bir “bid’at”-“ictihad” karşıtlığı tasavvur etmemize gerek yok. Zira tabiidir ki, ihdas edilen her sünnet-i hasene/bid’at-ı hasene, aynı zamanda bir ictihad faaliyetinin ürünü olacaktır. Bu anlamda ona ictihad da desek, sünnet-i hasene veya bid’at-ı hasene de desek aynı kapıya çıkacaktır.
Milli Gazete – 16 Nisan 2011
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Müslim, “İlim”, 15. |
---|