Muhtelif zamanlarda bid’at konusunda bu köşede okuduğunuz yazılar dikkatli okuyucular tarafından bir arada değerlendirildiğinde bazı boşluklar bulunduğu tesbiti gündeme geliyor. Söz konusu yazıların her biri belli bir çerçeveyi gözetmesi ve esasen bir gazete yazısının format olarak bundan daha fazlasına izin vermemesi dolayısıyla bu türlü boşlukların önüne geçmek ne yazık ki çoğu zaman mümkün olmuyor…
Bid’at meselesinde de böyle oldu. Daha önceki bazı yazılarda ele aldığım bir kısım meseleler hakkında, sadece bid’at olduklarını söylemekle yetinmişim. Buna mukabil kısa bir zaman önce yine aynı mevzu üzerinde dururken, “bid’at-ı hasene-bid’at-ı seyyie” taksimi üzerinde hareket etmiştim. Dolayısıyla önceki yazılarda sadece bid’at olduğunu söyleyip geçtiğim hususların “bid’at-ı hasene-bid’at-ı seyyie” ayrımında nereye oturtulması gerektiği sorusu boşlukta bırakılmış oldu.
Meseleyi şöyle bir zeminde ele almanın uygun olduğunu düşünüyorum: “Bid’at” olduğu ifade edilen her hususu aynı kategoride görmek doğru değil. Öyle bid’atler vardır ki, yapılması yerine göre “farz” olur. Bu, aşağıya doğru “vacip”, “sünnet”, “müstehap”, “mübah” diye devam eder.
Aynı şekilde öyle bid’atler de vardır ki, işlenmesi “haram”dır. Bunun bir altında da “mekruh” kategorisi yer alır.
Burada haklı olarak şöyle bir soruya muhatap olabiliriz: “Bu ayrım hangi esaslar doğrultusunda yapılır?”
Bu sorunun cevabı şudur: Herhangi bir bid’at dinin temel hedeflerinden birini yerine getirmek maksadıyla, dinî bir kaidenin gereği olarak yapılıyor ve dinî bir zaruret sebebiyle işleniyorsa onun “farz” kategorisinde olduğunu rahatlıkla söyletebiliriz. Söz gelimi Kur’an’ın Hz. Ebû Bekr (r.a) döneminde cem ve Hz. Osman (r.a) döneminde teksir edilmesi (çoğaltılması) böyledir. Eğer bu cem ve teksir işlemleri yapılmamış olsaydı belki de bugün elimizde Kur’an diye bir kitap –en azından bu korunmuşluk seviyesinde– bulunmayabilecekti.
Bu tesbite, Kur’an-ı Kerim’in korunmasının ilahî garanti altında olduğunu söyleyerek itiraz etmenin anlamı yoktur. Zira bu tesbit Kur’an’ın korunmuşluğunun cem ve teksir işlemleri vasıtasıyla gerçekleştiği izahını da ihtiva etmektedir. Yani Allah Teala Hz. Ebû Bekr (r.a)’e cem ve Hz. Osman (r.a)’a da teksiri ilham etmek suretiyle Kur’an’ı korumuştur diyoruz…
Keza Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslamî ilmlerin sistematize edilmesi, usullerinin tesisi, kitaplara kaydedilmesi ve belli bir disiplin içinde öğrenilip öğretilmesi de aynı kategoriye zikredilebilecek örnekler arasındadır.
Keza bazı bid’atlerin de sünnet, müstehap… olduğunu söyledik. Buna örnek olarak da Teravih namazının tek cemaat halinde kılınması uygulamasın zikredebiliriz. Bu namazı bu şekilde kılmak şart (farz, vacip) değildir. Ancak özellikle günümüzde böyle kılınmasında pek çok bakımdan büyük faydalar vardır. Ehil kimseler dilerlerse bu namazı yine tek başlarına kılarlar. Ancak bilgi ve eğitim seviyesi düşük kitleler bakımından Teravih namazını cemaatle kılmak ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir.
Konunun “haram” boyutunu ve diğer hususları da bir sonraki yazıda ele almaya çalışacağım.
Milli Gazete – 23 Aralık 2006