Bu sene oldukça uzayan “okuyucu soruları” faslını kapatmıştım. İnternet üzerinden gelen bir kısım soruları bu sebeple size yansıtmadan cevaplamaya devam ediyorum. Ancak son birkaç gün içinde Usul’e ilişkin bazı boyutları olan iki soru aldım ki, bunları, biraz daha uzun yazma imkânı veren bu yeni köşede ele almanın daha uygun olacağı düşüncesiyle sizinle paylaşmak istedim. Sorular şöyle:
- “(…) Hadise, ilk olarak, ‘boza’nın haram olup olmadığından çıktı. Şafii bir arkadaşımız elindeki –adını bilmediğim– Arapça bir kitaptan ‘boza’nın haram olduğunu okudu. Hanefi kardeşimiz ise; ancak belli bir süre bekletildiğinde sakıncalı olabileceğini, taze tüketmekte bir sakınca olmayacağını söyledi. Osmanlı’da bir dönem yasaklanmış. İçki yasağı sebebiyle bozahaneler açılmış ve orada bekletilerek sekr verici özellik kazandırılıyormuş. Yasak da bu istismarı engellemek için konmuş. Zaten ‘istihsan’ da tam bu noktada mevzu bahis oldu. Şimdi ben ‘boza’yı çok severim ve insan sevdiğine bir tevil arar ya… Ama esas sıkıntım şu: Ben Hanefi mezhebindenim. Bir kere, bir gıdanın helal olup olmayacağını belirleyen nedir? Hangi endazede tartılır, neye göre hüküm verilir? Ayet ve hadisle sekr vermeyici olduğu halde yasak kılınmış gıdalar var ( domuz eti vs…) “Bunun dışındaki bütün sekr vermeyiciler helaldir.” diyebilir miyiz? Bir mezhepte mubah olan bir gıda veya herhangi bir şey, başka bir mezhepte yasaklanmış olabilir mi?”
- “(…) Ahkâma ve ahlaka dair kitaplarımızda sıkça rastladığımız bir düstur var: Öğrendiğimiz kadarıyla haram hem delaleti hem de sübutu kat’i bir şer’i delille sabit olandır (hükümdür).
Bu durumda hükmü haram olan ameller, mantıken, açık uçlu değil kapalı uçlu bir liste teşkil ederler. Bazı müellifler bu hususu itibara alarak bunlara “hem itikaden hem amelen haram” demişler. Muhtemelen hem delaleti hem sübutu o kadar açık ve kat’i olan bir şeyi red edeni mürted sayma eğilimi beslemişler. Bunu anlayabiliyorum.
Ancaaak. Yine görüyor ve biliyoruz ki bazı haramlar bazı delalet yolları vasıtasıyla, mesela tahkikul’l-menat ve başka yollarla esneyebiliyor, çeşitlenebiliyor. (Bunlardan benimseyebildiklerimiz var, kabulde güçlük çektiklerimiz var. Kabuller ve çekinceliler listesi kişiden kişiye fark ediyor.) Bu durumda hakkında haram hükmüne varılan yeni şey de bir zaman sonra müstakil bir haram haline dönüşüyor. Artık öyle bir zaman geliyor ki asıldan haramlarla, böyle, tabir caizse türemiş haramlar arasında ayrım yapmak imkânı azalıyor, hatta bazan sosyolojik olarak imkânsızlaşıyor.
Burada aklıma iki soru geliyor:
1) Bir şeyin harama götürücü olduğu fikri nasıl teşekkül eder, biz böyle bir kanaata ve tabii ki hatta böyle bir hükme nasıl varabiliriz, yani nasıl varıyoruz, nasıl varmaktayız, hangi işlemlerle?
Bu soru karşısında benim bilgim görgüm bana şu cevabı telkin ediyor: Biz bir şeyin bizi nereye götüreceği konusunda, ilkin tecrübe etmemiş olsak dahi yerleşik bilgilere ve kabullere (örfe), sonra kendimizin ve yakın çevremizin tecrübe ve birikimlerine, daha sonra kültüre, en sonra da genel telkin ve propagandaya göre kanaat hasıl ediyoruz.
Bu durumda kendi kendime sorduğum esas soru şu:
Kanaatimin kat’iyyet derecesi gerçekte nedir?
2) Bir şeyin harama götürücü olduğunu benimsediğimde o şey hakkında o şey sonuç doğurmadan bir karara varmış oluyorum.
Böyle yapınca kendimi, evladını testiyle su getirmeye yollarken ona daha baştan tokat atan Nasreddin Hoca gibi hissetmeme neden oluyor. Bu davranışım korkulu rüya görmektense uyanık kalmak yeğdir, ya da def’-i mefasid celb-i menafi’den evladır ilkesine uygundur.
Bu durumda da kendi kendime sorduğum esas soru şu:
Bana göre aslında/sonuçta zanni olan bir mülahaza ile nasıl kat’i bir hükme varabilirim?”
Milli Gazete – 22 Ocak 2004