Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev alanı içinde “Yeni bir din tasavvuru oluşturmak” gibi bir husus var mıdır?
Diyanet İşleri Başkanlığı, din hizmetlerini yürütmek, halkı din konusunda doğru bilgilerle donatmak… gibi temel görevlerini –haydi “bir kenara bırakmak” demeyelim– ikinci-üçüncü plana öteleyerek, birinci sıraya “halkın din anlayışını dönüştürmek” gibi bir misyonu yerleştirdiği izlenimi veren tavır ve uygulamalardan ne zaman vaz geçecek? Yahut vaz geçecek mi? Böyle bir soru pratik olarak anlamlı mı?…
Bu köşeyi izleyenler biliyor, zaman zaman Diyanet İşleri Başkanlığı’nın icraatları konusunda olabildiğince objektif davranmaya çalışarak yaptığım tesbitleri paylaşıyorum. Bunun kurum içindeki kimi dostları kızdırdığını da biliyorum. Ama dinle ilgili herhangi bir meseleye duyarsız kalmak gibi bir tavrımız olamayacağına göre, bu tesbitlere mütehammil yaklaşılması gerektiği, ayrıca beyana ihtiyaç duymayacak kadar açık bir husus.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Bardakoğlu’nun Mısır ziyareti bağlamında basına yansıyan açıklaması Diyanet’in, içinden geçmekte olduğumuz süreçte kendisini nereye konuşlandırdığını ele vermesi noktasında hayli ilgi çekici bir muhtevaya sahip.
“… öncelikle dini liderlerin ve İslam alimlerinin İslam’ı gerektiği şekilde anlamakta epey geç kaldıklarını” söyleyen Başkan, “İslam ülkelerinde dini liderlerin, toplumların ihtiyaçlarını, taleplerini, beklentilerini iyi okuması, dini ana kaynaklarından anlaması ve o bilgiyi, 21. yüzyıla taşıması gerektiğini” vurgulamış.
“İslam’ın “gerektiği biçimde” anlaşılmasından maksat nedir? Ve bu “geç kalma” ne zaman başlamıştır?
Kastedilen, modern zamanların, özellikle de “Ilımlı İslam” projesinin İslam dünyasına hediye ettiği “yeni din anlayışı”na uygun Kur’an ve Sünnet anlayışı, yorumlar ve ictihad olabilir mi?
Alimlerin, “dini ana kaynaklarından anlama” mükellefiyeti vurgusunu biraz açtığımızda, karşılaşacağımız husus elbette “alternatif” bir yaklaşım olacak. Ancak bunu, söz gelimi İmam es-Süyûtî’nin ictihad seviyesine ulaştığı kanaatiyle yaptığı bir ilmî faaliyet gibi anlamak ne kadar mümkün?
Modern zamanlar öncesinde ictihad, belli bir seviyeye ulaştığına kanaat getiren herhangi bir alimin, bu seviyeye ulaşmış olmanın getirdiği sorumluluğun tabii bir neticesi olarak –başkalarının ictihadıyla amel etmenin kendisine caiz olmaması sebebiyle– kendi ictihadıyla amel etmesi olarak tezahür ediyordu. Ve o alim hiç kimseyi kendi ictihadına çağırmıyordu!!
Şimdi ise küresel sistemin dayatmaları karşısında “engel” teşkil ettiği düşünülen dinî hükümlerin, hatta “din anlayışının”, –Başkan’ın tabiriyle– “dini ana kaynaklarından anlama” faaliyeti aracılığıyla devre dışı bırakılması gibi bir durum söz konusu.
Başkan’ın şu tesbiti bu çerçevede hayli manidar: “Eski dönemin kitaplarında yazılmış bilgileri artık tekrar etmek bilgi değil. Günümüzdeki insanlara ne kadar faydalı, ne kadar ihtiyaçlarını karşılıyor?”
Evet, geçmişte bir “İslam Medeniyeti” var olduysa eğer, ona vücut veren muazzam müktesebat, bugünün insanı için tekrarında hiçbir fayda bulunmayan “ölü metinler”e dönüşmüştür artık! Öyle ya, bir bilginin “İslamî” ve “hakikate uygun” olması için “işimize yarar” olması kaçınılmaz bir zorunluluk. Geldiğimiz noktada din, bizim için, “uyularak kurtuluşa erilen” bir değerler bütünü değil, “bize fayda temin etmesi ve ihtiyaçlarımızı karşılaması gereken” bir alan olmak zorundadır!! Kaynak anlayışımızı, hüküm anlayışımızı ve değer anlayışımızı sorgulamak gibi bir “intihara” kalkışmanın ve dahi bunu kitlelere “dinî bir gereklilik” olarak takdim etmenin başka ne gibi bir gerekçesi olabilir?!
Ilımlı İslam projesi emin adımlarla ilerliyor. İslam dünyasının muhtelif yerlerinde ilgi çekici tezahürlerini gördüğümüz bu projenin en dikkat çekici yanını –önceki dönemlerde olduğu gibi laik ve seküler çevrelerce değil–, bizzat Müslümanlar eliyle yürütülüyor olması oluşturuyor!..
Milli Gazete – 1 Mart 2010