Salı günkü yazımda, mesajının ihtiva ettiği önemli yerleri iktibas ettiğim okuyucumun Bilmen merhumun ilmihali “ve benzerleri” hakkında söyledikleri, bahse konu mesajı ciddiye almama yol açan bir yaklaşımı ele vermesi bakımından üzerinde durmayı hak ediyor. İlmihallerden bu denli rahatsız olan kardeşlerimiz arasında, günlük ibadetlerini bütün ayrıntılarıyla –hadi “kendi çıkarsamalarına dayanarak” diyerek işi zora sokmayayım– temel Fıkıh kaynaklarına bizzat başvurarak yerine getirme kapasite ve birikimine sahip olanların adedinin ne olduğu bir bahs-i diger. Burada meseleyi, Bilmen merhumun ilmihalinin hangi sayfalarında hangi ayetlerin zikredildiğini tadad etmeye girişme basitliğine indirgemeden şu tesbiti yapmamız gerekiyor: İlmihallere yöneltilmiş bu tenkit, aslında ilmihallerin kendisinden süzülerek geldiği Fıkıh literatürünü, hatta bu literatüre vücut ve ruh veren epistemolojiyi hedeflemektedir.
Bütün açılım ve boyutlarıyla bizatihi bir “Modern dönem mahsulü” olan “Kur’an’a/Kur’an ve Sünnet’e dönüş” hareketi, o muazzam ve muhalled Fıkıh literatürüne arka dönerek sadece kendisine hayatiyet sağlayacak damarları tıkamaya çalışmakla kalmıyor, aynı zamanda Ümmet‘in Kur’an ve Sünnet‘le kurması gereken/geçmişte kurduğu “varoluşsal ilişki”yi de sistemsizliğin savruk, serazat ve “miyop” macerasına kurban ediyor…
Öte yandan “ilahî mesajı anlamak” türünden tabirlerin mana ve mazmununda nelerin bulunduğunun da ayrıca irdelenmesi gerektiğini söylemeliyim. Şurası açık ki, hem gayb, hem de şehadet alemini kucaklayan ve bu yönüyle “hakikat“i “iç içe halkalar” biçiminde ihtiva eden Kur’an‘ın muhtevasının ağırlık merkezleri, insanın ona nereden baktığına bağlı olarak değişiyor. “Kur’an nasıl bir kitaptır?” sorusuna İslam‘la yeni şereflenmiş bir mühtedinin vereceği cevapla, ilimde rüsuh sahibi bir mü’minin vereceği cevap elbette farklıdır ve fakat Kur’an her ikisi için de bir “hidayet ve rahmet kaynağı“dır. Bir başka deyişle, Kur’an‘ın mesajını her ikisinin de anladığını söylemek yanlış olmamakla birlikte, bu “mesaj”ın madde ve ruh dünyalarını şekillendirmesi noktasında bu ikisi arasında bir “seviye” ve “idrak” farkı bulunduğunu da teslim etmemiz gerekir. Bunun garipsenecek bir yanı da yoktur. Çünkü Kur’an kendisini hem “huden li’n-nâs” (bütün insanlık için hidayet kaynağı), hem de “huden li’l-muttakîn” (müttakîler için hidayet kaynağı) olarak tavsif ediyor…
Öyleyse Kur’an‘ın muhtevası konusunda herkesin kendi seviyesi ölçüsünde “malumat sahibi olması” ile “Din’de derinlemesine bilgi (fıkıh) sahibi olma”yı birbirinden ayırmak zorundayız. İlahî mesajı bizzat anlama iddiasındaki kardeşlerimizin, bu ayrımın bizzat “ilah”i mesaj” tarafından yapıldığının da farkında olması gerekir.
Şimdi başa dönüp soralım: Din’de fıkıh sahibi olanların, bu özelliğe sahip olmayanlara Din’in pratik hayatta nasıl yaşanacağını öğretmeleri mi, yoksa “Din’de fıkıh sahibi olma” vasfını elde etmeden Din telakkisi oluşturma gayretkeşliğine soyunmaya teşvik edilmesi mi “ilahî mesajla insanlar arasına duvarlar örmek” anlamına gelir?
Milli Gazete – 18 Eylül 2003