Geçen hafta Perşembe günkü “Muhasebe” başlıklı yazım üzerine sitem ve “dokundurma” yüklü bir mesaj aldım. Şöyle diyor okuyucum: “Gençlerin hevesini kırmayın lütfen. Bırakın insanlar Kur’an’ı (anladıkları dilde) okuyup, öğüt alsınlar. (…) Lütfen insanlarla Allah arasına duvarlar örmeyelim. Bahsetmiş olduğunuz ilmihal kitabı da bu duvarlardan birisidir. Öyle bir ilmihal kitabı düşünün ki, içinde tek bir ayet bile yok. Ben şahsen bu ilmihal kitabında bir tek ayet bulamadım. Siz bulursanız bana gösteriniz lütfen. Bu ve başka sebeplerden dolayı bu ve benzeri kitapları Allah’ın mesajına ulaşmaya engel görüyorum. Lütfen bu engellerden biri de siz olmayın.”
Mesaj sahibi kardeşimin iyi niyet ve samimiyetinden şüphem yok. Ama bu konu sloganvari söylemler üzerinden sonuca gidilemeyecek kadar önemli ve hassas. Öncelikle şunu söylemeliyim: Kur’an‘ı “öğüt ve ibret almak” için okuyanlara elbette bir diyeceğim olamaz. Ama mesele, Kur’an‘dan şahsi olarak anladığımız şey üzerine tasavvur inşa etmeye, akide ve ahkâm bina etmeye gelince, işte burada işin rengi değişiyor. Zira Kur’an sadece “öğüt ve ibret almak” için gönderilmiş bir Kitap değil. Akide, amel, bilinç ve vahiyle kurulacak “varoluşsal ilişki” de ondan kaynaklanmak durumunda…
Kur’an ve Hadis çalışması yapan bir kimsenin –sahip olması gereken donanım dışında, hatta “donanımına rağmen”–, muradullaha ve murad-ı Resulillah‘a aykırı bir kanaate sürüklenmemek ve ilahi mesajın doğru anlaşılması konusunda sübjektiviteyi asgariye çekmek için “acaba konunun otoriteleri ne diyor” hassasiyetini göstermesi, kendi encamı için en eslem yol iken, herhangi bir altyapısı olmayan insanların “Allahu a’lem” demeyi aklına bile getirmeden hüküm yürütmeye kalkışmasını engellemeye çalışmanın neresi “insanlarla Allah arasına duvar örmek”tir, işte bunu anlamam mümkün değil.
Galiba bu okuyucumun ve kendisi gibi düşünen kardeşlerimin şu sorunun cevabını “net” bir şekilde vermesi gerekiyor: İnsanlara hidayet kaynağı olarak gönderilmiş bir Kitap’ta “müteşabihat“ın ne işi var? Âl-i İmrân ayetindeki “vakf”ın “ilimde rasih olanlar” ibaresinin sonunda olması gerektiğini söylemenin de burada bir şeyi çözmeyeceği ortada… Zira “ibtida’ değil ittiba” diyenler ya da medreselere Kur’an dersi koymayı “akıl edememiş” olanlar değilse kimdir “ilimde rüsuh sahipleri“?
Bir soru daha: Tarih içinde/boyunca ortaya çıkmış/çıkmakta olan bunca itikadî fırka nasıl olmuştur da kendi tezine Kur’an‘dan delil bulabilmiştir? Yoksa Kur’an‘ın vaat ettiği hidayetin birden fazla tarzda ve birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan yönelişler halinde tezahür edebileceğini mi söyleyeceğiz? “Dirayet tefsiri” tarzı çalışmalarla Kelam ve Tabakat kitapları, Kur’an ayetlerinin birbirine zıt görüşlere nasıl temel yapılabildiğinin anlatımıyla doludur. (7/13. asır ulemasından Ahmed b. Muhammed b. el-Muzaffer er-Râzî‘nin Hücecu’l-Kur’ân‘ı bu babda en calib-i dikkat çalışmalardan birisidir.)
(Devam edecek)
Milli Gazete – 16 Eylül 2003