“Mucize” ile “mitoloji” arasında nasıl bir ilişki olabilir?
Müslüman bilincinde muciz/e, hasmı aciz bırakan, karşı konulması mümkün olmayan ve reddedilemeyen hakikattir. “İsbat-ı Nübüvvet” (peygamberliğin hak ve hakikat olduğunun isbatı) bahsinin üzerine oturduğu en önemli alan burasıdır. Bunun için Mustafa Sabri Efendi merhum, “asrın Kelam kitabı” olarak nitelendirilen Mevkıfu’l-Akl’da “mucize” meselesi üzerinde hayli geniş bir şekilde durmuş ve mucizenin inkârının nübüvvet kurumunu inkâr anlamına geleceği gerçeğinin altını kalın çizgilerle çizmiştir. O biliyordu ki, mucizeyi inkâr tavrında ısrar eden Ferid Vecdi, Hüseyin Heykel gibi isimlerin söylemleri, Efendimiz (s.a.v)’in Müslümanlığımızda tuttuğu yerin azaltılmasına, bu da adı var kendisi yok bir Müslümanlık tarzına müncer olacaktır!..
Tabiatında “tabiat üstülük” bulunması dolayısıyla mitolojinin mucize ile kesiştiği bir alan vardır elbette. Ancak biri “masal”, diğeri “hakikat” olmak haysiyetiyle bu ikili arasında yer ile gökler arasındakinden daha büyük bir boşluk vardır. Mitolojinin ontolojik bir hakikati elbette yoktur. Prometeus’un, ateşi, insanlardan bencilce esirgeyen tanrılardan çalması bir mitolojidir. Zira gerek buradaki “insan”ın, gerekse “tanrı/lar”ın gerçekle uzaktan yakından bağlantısı kurulamaz. Mitolojiye gerçeklik değeri atfetmek hakikate yapılabilecek en büyük hakarettir!
Buna mukabil, Kur’an’da haber verilen mucizevî peygamber kıssaları ve bu cümleden olarak Son Nebi (s.a.v) elinde zuhur eden mucizelerse mahza hakikattir. O peygamberler ne kadar hakikat ise, onlar eliyle zuhur eden mucizeler de o kadar hakikattir! Hristiyanlığın oluşturduğu alaca karanlık ortamda hakikat ile hurafeyi birbirine karıştıran bazı zihinlerin “İsa diye tarihsel bir şahsiyet hiç var olmamıştır” demesinden güç ve “meşruiyet” alarak günümüzde aklını peynir-ekmekle yemiş bazı kimselerin Efendimiz (s.a.v)’in tarihsel şahsiyetini inkâra kadar varan cinnetini bir kenara bırakarak konuşursak, peygamberler ne kadar hakikat ise, mucize de o kadar hakikattir. Mitolojiyi mucizeye eşitlerseniz, dini, ilkel algılara hitap seviyesine indirgemiş olursunuz. İşte bu, tam da modern aklın çalışma ilkelerine uygun bir hareket tarzı olur.
- ● ●
“Vakıf” nedir?
Toplumun zengin kesiminin, “biraz daha aç kalırlarsa servetimize musallat olurlar” düşüncesiyle fakir kesimin gözünü kan bürümesine engel olma mekanizması mı?
Böyle bakarsak vakfın ruhuna ihanet etmiş, onu tam tersi bir anlama bürüyerek zenginler lehine işleyen bir kuruma dönüştürmüş oluruz. Zira bu bakış açısına göre zenginler mallarını “Allah yolunda infak” etmiş olmuyor; toplumda bizzat kendilerinin bozduğu dengeyi, yine kendi menfaatlerini muhafaza adına düzeltme yolunda küçük adımlar atmış oluyorlar.
Oysa vakıf müessesesine hayat veren tek hakikat, “Allah yolunda infak”ın rıza-yı ilahîye götüren bir emr-i ilahî olduğudur. Yani Müslüman zengin, malını, “Allah rızası”nı tahsil için ve hiçbir menfaat gözetmeden ümmetin emrine amade kılar. İnanır ki mal bir emanettir ve onun gerçek sahibi, nerede ve nasıl kullanılmasını murad etmişse, orada öyle kullanılmazsa emanete ihanet edilmiş olur!
Vakıf, geri dönüşü olmayan bir uygulamadır. Vakıflar satılamaz, hibe edilemez, amaçları dışında kullanılamaz. Bu, bizzat vakfeden (vâkıf) için dahi böyledir. Dolayısıyla onun herhangi bir toplumsal dengeyi sağlayan herhangi bir sosyal kuruma indirgenmesi eşyanın tabiatına aykırıdır.
“Apolojetik” mi?
Pazartesiye inşaallah…
Milli Gazete – 8 Mayıs 2010