Başlıkta tırnak içinde verdiğim iki ifadenin mefhumu arasında bir fark bulunup bulunmadığı konusunda söylenecekler, Kitab-ı Mukaddes’e uygulanan hermenötik tekniklerinin Kur’an’a da uygulanıp uygulanamayacağı konusundaki önkabul ile doğrudan ve sıkı biçimde ilişkilidir.
Kitab-ı Mukaddes’i oluşturan metinlerin, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya (ikisine de selam olsun) indirilen vahiylerin bizatihi kendisi olmadığı, Yahudi ve Hristiyan teologların itiraflarının, metinlerin varyantları (“varyant” demek ne kadar doğruysa!) arasındaki tutarsızlıkların ve Müslüman ilim adamlarının araştırmalarının ortaya koyduğu –sübut bulmuş– bir hakikat olduğuna göre, Kutsal Kitap bağlıları için “Allah’ın kelamı” ile “kutsal metnin lafzı”nın birbirinden ayrı şeyler olduğu müsellemdir. (Tevrat metninin M.Ö. 583’ten sonra, yani Hz. Musa (a.s)’dan asırlar sonra kaleme alındığı ve Hz. İsa (a.s)’ın vahyin kendisi olduğu, dolayısıyla kendisinden sonra geriye yazılı bir metin bırakmadığı; eldeki İncil metinlerinin O’ndan yüzyıllar sonra oluşturulduğu konusunda bizzat Yahudi ve Hristiyan bilim adamlarının çalışmaları bulunduğunu hatırlayalım.)
Bu durum sadece söz konusu metinlerin insan eliyle oluşturulduğu hakikatini ortaya koyduğu için değil, aynı zamanda Kutsal Kitap bağlıları için bu metinlerden yola çıkarak “tanrının ne dediğini” tesbit etmek gibi bir yükümlülüğü/zorunluluk bulunduğu anlamına geldiği için de temel bir “kendine özgülük”le karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir.
Kitab-ı Mukaddes külliyatının tabiatı konusundaki bu temel gerçeğin üstüne, –masdarı olan Hermes’le ilişkisini de hatırda tutarak– hermenötik yöntemlerin özellikle Protestanlık hareketi ile birlikte belli bir sıçrama kaydettiği tesbitini de eklediğimizde, hermenötiğin, Batı’nın kendine özgü dinî ve kültürel tarihinin tevlit ettiği bir durum olduğu gerçeğini fark etmemek imkânsızlaşır. Zira İnciller üzerindeki geleneksel Kilise tekelinin kırılması esasına dayalı Protestan anlayış, “kendi tercihini metne yükleyerek metni susturma”kla itham ettiği dogmatik anlayışa alternatif okuma biçimi olarak hermenötikten daha verimli bir imkândan istifade edemezdi elbette.
Kutsal kitap külliyatının bu serüveni ve içinden süzülüp geldiği bu dinî/tarihsel arkaplan, Ehl-i Kitab’ın “kitap” telakkisinin “Allah’ın kelamı” olmaktan ziyade –kendi kabulleri doğrultusunda– Allah’ın mesajından izler taşıyan “beşerî bir metin” temelinde oluşması ne kadar normalse, Müslümanlar’ın, “Allah kelamı” olduğunda en küçük bir kuşkunun izinin dahi bulunmadığı Kur’an’a hermenötik işkenceyi reva görmesi de o kadar anormaldir.
Kur’an metninde de tıpkı Tevrat ve İncil metinlerinde görülen farklılıklar bulunduğunu ortaya koymak (!) maksadıyla Batı’da kurulmuş özel enstitülerin yüz yıla yaklaşan çalışmalarının sonucu kocaman bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmış ve elde edilebilen en eski Kur’an nüshalarında –bildiğimiz– kıraat farklılıkları ve müstensih hataları dışında en küçük bir farklılık tesbit edilememiştir.
Dr. Şehmus Demir’in, İnsan yayınları arasında çıkan Kur’an’ın Yeniden Yorumlanması adlı kitabı, konuyla ilgilenenler için ufuk açıcı bir çalışma olarak tavsiyeye şayan.
Milli Gazete – 18 Mart 2003