Efendimiz (s.a.v), işaret parmağıyla orta parmağını kaldırıp, “Ben ve kıyamet şu ikisi gibiyiz” buyurmakla, sadece yaşadığı dönem ile kıyametin kopması arasındaki zamanın nisbî kısalığını mı anlatmak istemişti acaba?
Şüphesiz dünyanın ömrüne kıyas edildiğinde, Efendimiz (s.a.v)’in bi’seti ile kıyamet arasındaki zamanın, o iki parmağın birbirine mesafesi ile ifade buyurulması anlaşılabilir bir husus. Ancak mesele sadece bundan ibaret midir?
Keza kıyamet kopmadan önce küçüklü-büyüklü bir kısım alametlerin zuhur edeceğini detaylı bir şekilde açıklamış olan Efendimiz (s.a.v)’in, Sahabe‘den hiç kimsenin bu alametlerin hepsini görecek kadar yaşamayacağını hesaba katmamış olması düşünülemeyeceğine göre, “Sizden yaşaya(cak ola)n kimselerin İsa b. Meryem’le karşılaşması yakındır” buyurmasını nasıl anlamalıyız?
Aynı soru, kıyamet alametleriyle ilgili rivayetler nakletmiş olan Ebû Hureyre (r.a)’in, gençlerden, Hz. İsa (a.s) ile karşılaştıklarında ona selam söylemelerini istemesi bağlamında da söz konusudur.
Bütün bunların, gelecek nesillere diri bir “ahir zaman bilinci” aşılamaya matuf olduğu açıktır.
Dünya hayatını, “peygamberli zamanlar” ve “peygambersiz zamanlar” olarak ikiye ayıracak olursak, insanlık alemi, “peygambersiz zamanlar”ın bitimi, dolayısıyla kıyametin yaklaşması demek olan “ahir zaman”da (yani “zamanın son kertesi”nde), hiç görmediği şeyleri görecek, yaşamadığı şeyleri yaşayacaktır. Dünya hayatının sonu, o “müthiş final”, varoluşun anlamıyla mütenasip bir önem, ağırlık, şiddet ve dehşette olacaktır.
Dünyaya, yeni bir “uyarıcı”nın gelmeyeceği, ilmin, ahlakın ve dinî hassasiyetin zayıflayacağı, insanların dünyevî zevklerin ve nefsanî arzuların esiri olacağı, en önemlisi de Ümmet-i Muhammed‘in izzet ve şevketinin sarsıldığı bir dönemde bu bilincin diri tutulmasının ne kadar önemli olduğunu bugün belki en iyi bizler anlıyor ve hissediyoruz.
Bu hassasiyeti diri tutmak için Selef çağından bu yana ulema, ilgili rivayetleri yeni nesillere ayrı bir ihtimamla aktarıp belletmeye devam etmiş, konu hakkında müstakil eserler yazarak da bu bilinci kalıcılaştırmayı amaçlamıştır.
Abdülfettâh Ebû Gudde merhumun da naklettiği gibi es-Seffârînî, “Levâmi’u’l-Esrâri’l-Behiyye“de (bendeki iki ayrı baskıda bu eserin adı “Levâmi’u’l-Envâri’l-Behiyye” olarak verilmektedir) anlam olarak şöyle der: “Her alimin, Deccal hadislerini kadın, erkek, çocuk, herkese öğretmesi gerekir. İbn Mâce şöyle demiştir: “… el-Muhâribî‘nin şöyle dediğini işittim: “Bu hadisin (yani Deccal rivayetinin) eğitimcilere belletilmesi gerekir ki, o da çocuklara öğretsin.” Deccal‘ın ortaya çıkış alametlerinden birisinin de, minberlerde kendisinden bahsedilmemesi olduğu söylenmiştir. İmam Ahmed, İbn Huzeyme, Ebû Ya’lâ ve el-Hâkim, Hz. Câbir (r.a)’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Deccal, dinî hassasiyetin zayıfladığı ve ilmin gerilediği bir dönemde ortaya çıkacaktır.” Binaenaleyh, özellikle de fitnelerin yayıldığı, ibtilaların çoğaldığı, sünnetlerin ışığının sönmeye yüz tuttuğu ve adeta Sünnet‘in bid’at, bid’atın da ittiba edilen bir şeriat haline geldiği şu zamanda bu meselenin alimler tarafından (devamlı surette) hatırlatılması gerekir.”
Günümüzden yaklaşık 250 yıl önce yaşamış olan es-Seffârînî‘nin bu sözleri, günümüz için daha bir ağırlık ve önem arz etmektedir.
Esasen insanlığın bugün yaşadıkları, Ehl-i Kitab‘ın “ahir zaman” telakkisinin yansımalarından başka bir şey değildir. Olayları, Efendimiz (s.a.v)’in haber verdiği alametleri merkeze alarak yorumlamak ve yakın-uzak geleceği bu zaviyeden bakarak öngörmek durumundayız.
Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor: “Ahir zaman”la ilgili rivayetlerde ifade edilen hususların bir kısmının anlatımında “sembolik” bir dil kullanılmış olabilir. Ulemanın bu rivayetlerden hareketle çıkardıkları işarî manalar ve bunlara dayanan projeksiyonlar her zaman isabetli olmayabilir. Rivayetlerde bildirilen hususların bu çıkarımlara uygunluk arz etmesi için zorlama tevillere gitmekte ısrarcı olmamak gerekir. Esas olan rivayetlerdir ve rivayetlerde zikredilen hususların, zorunlu olmadıkça zahir anlamlarından başka yönlere çekilmesi uygun değildir.
Söz gelimi Hz. İsa (a.s)’ın nüzul edeceği bildirilmişse, bunu, “Hz. İsa (a.s)’ın şahs-ı manevisi” diye anlayıp “Hristiyanlığın tasaffisine işaret” diye takdim etmek doğru değildir.
Keza güneşin batıdan doğmasını, “ilim ve medeniyet güneşinin Batı dünyasından doğması” tarzında yorumlamak da böyle bir zorlamanın ürünüdür.
Milli Gazete – 15 Mart 2005