Müfessir el-Kurtubî, 2/el-Bakara, 42. ayetini tefsir ederken Hz. Ali (r.a.)’ın hayat düsturu edinmemiz gereken bir sözünü nakleder: “Hak, kişiler ölçü alınarak bilinmez. Sen hakkı öğren, kimin hak ehli olduğunu da bilirsin!”
Son iki yazıda iktibas ettiğim meselelerin neresini eleştiri konusu yaptığımı ve doğrusunun ne olduğunu yazıp yazmayacağımı soranlara Hz. Ali (r.a)’ın yukarıdaki sözüyle cevap vermem gerekiyor; ama “tuzun koktuğu” bir zaman ve zeminde öncelikle “Hak olan ne, olmayan ne?” sorusunun cevaplandırılması gerektiği gibi daha temel bir ihtiyaçla karşı karşıyayız ne yazık ki!
Dolayısıyla onların ve daha başkalarından sadır olan daha başka “mesele”lerin tamamını tadad edip her birine cevap yetiştirmeye çalışmanın “sivrisinek avcılığı” yapmaktan farksız olacağını söylemek durumundayım.
“Falan şunu demiş, siz ne diyorsunuz?” tarzı soruların, ya da “Falan kitapta şunu okudum, kafam karıştı” yollu şikâyetlenmelerin ardının arkasının kesilmemesi hep bunun alameti. Birileri gençliği “okumaya” sevk edip dururken, “bilgilenin, cahil kalmayın” dediğini sanıyor. Oysa neyi, ne kadar, nasıl bilmesi/öğrenmesi gerektiği gibi temel soruların cevaplarının “es geçildiği” bu ortamda ya okuma eyleminin bir “din tasavvuru inşası”na evrilmesine izin vermemek ya da “kalb-i selim sahibi” olmanın, “aklı karışık” olmaktan daha evla olduğunu acilen hatırlamak zorundayız!
Yine de meseleyi tamamen muallakta bıraktığım ithamına maruz kalmamak için:
- Ehl-i Sünnet çizgi, varlık anlayışı, bilgi sistemi, Usul’ü, füruu ve bütün müktesebatıyla ortadadır. Her ne ki bu çizginin dışına düşer, kimden gelmiş olursa olsun ve hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın, o merduttur!
- Bu müktesebat içinde şu veya bu alimden paylaşılmayan bir görüşün sadır olması, sistemin tamamını etkilemez, öyle takdim edilemez.
- Her ne ki Ehl-i Sünnet imamlar/alimler arasında muhtelefun fih’tir (hakkında görüş ayrılığı vuku bulmuştur); o hususlarda “mutlak doğru”yu keşfetmenin peşinde olmak, ya da görüşlerden birini mutlaklaştırmaya çalışmak yanlıştır, yararsızdır.
- İlim mirasımızın önemli bir yekûnunu oluşturan şerh, ihtisar, telhis, tahşiye, tehzib… çalışmalarını küçümseyerek “gereksiz/faydasız tekrarlar” gibi görenler bu mirası yakından tanıma şansını elde edememiş olanlardır. Bu çalışmaların her biri birer orijinal katkıdır ve birer ihtiyacı karşılamıştır. Onların parçası olduğu sistemi, yani “bütün”ü göz ardı ederek onlar hakkında sağlıklı değerlendirmeler yapılamaz!
- Hangi yaldızlı ambalaj içinde ve nasıl bir sunumla önünüze getiriliyor olursa olsun, “mesele” olarak takdim edilen hususların çok büyük bir çoğunluğu daha önce, tarih içinde başkaları (bid’at mezheplerin mensupları, şazz görüş sahipleri, müsteşrikler vs.) tarafından söylenmiş şeylerdir. Bunları “sıfır km. keşifler” olarak takdim edenler, büyük ölçüde “el çabukluğu” yapıyor!
- “Müslümanlar, bu ve benzeri “mesele”lerin cevabını üretecek bilgi sisteminden mahrum oldukları için tıkanma yaşanmaktadır” tarzı tesbitler de, birer “göz boyama”dır.
- Geçmişte “mesele” olarak görülmeyen kimi hususların bugün öyle takdim ediliyor olması, geçmişte onlar hakkında yapılan değerlendirmelerin ve verilen hükümlerin yanlış olduğunu göstermez. Böyle “mesele”ler hakkında farkında olunması gereken en temel gerçek, bugün onların birer “mesele” olarak görülmesinin, bize ait olmayan bakış açılarıyla değerlendirilmesinin sonucu olduğudur.
- Geçmişle bugünü ayıran en temel farklılıklardan birisi şudur: Geçmişte dinî referanslar, “Allah Teala’nın muradına vasıl olma”, yani “kurtulma” gayesiyle okunurdu; bugünse Müslümanlar’ı, toplumu, dünyayı “kurtarma” amacıyla okunuyor.
- Bütün bunların hülasası şudur: Ahir zamanda yaşıyoruz!
Milli Gazete – 21 Mayıs 2007