Marife‘nin 3. yıl 2. sayısında yer alan bir yazı üzerinde duracağım bugün. Dr. Ahmet Erkol imzalı bu yazı “Eş’arî Dönemi Arap Düşünce Biçimi ve Eş’arî Düşüncesinde Şâfiî’nin Etkisi” başlığını taşıyor. “Tek kanallı beslenme”ye iyi bir örnek oluşturan makalesinde yazar, İmam eş-Şâfi’î, İmam el-Eş’arî ve daha birçok isim etrafında –yer yer birbiriyle çeliştiği de gözlenen– öyle enteresan genellemeler yapıyor ki, okuduğunuz metnin “ilmî bir makale” mi, yoksa “ideolojik bir manifesto” mu olduğu konusunda karar vermekte zorlanıyorsunuz.
Yazısının başlarında Dr. Erkol, İmam el-Eş’ar’î‘nin Mu’tezile saflarında 40 yıl beklemesinin tesadüfi olmadığını, ayrılışını h. IV. asrın başına (h. 300 yılına) denk getirmesinin(!), “müceddit hadisi“nde anılan “yüzyılın başı” ifadesiyle ilişkili olduğunu, kısacası “müceddit” olarak anılmak için bu tarihi beklediğini söylemeye çalışıyor. Yani demek istiyor ki İmam el-Eş’arî, bazı görüşlerinden dolayı “müşriklerle kardeş” olarak vasıflandırdığı Mu’tezile saflarını terk etmeyi, sırf “müceddit” olarak anılmak için h. 300 yılına kadar bilinçli olarak ertelemiş…
“Eş’arî’deki Şâfi’î etkisi“nin izini süren yazarın yolu ister istemez “Sünnî paradigmanın oluşumunda Şâfi’î’nin rolü”ne çıkıyor. Yazara göre “fer’i asl’a dayandırma” prensibiyle “İslam düşüncesine en büyük etki”yi yapmış olan Şâfi’î, sürekli nassları temel aldığı için nasslar İslam düşüncesinin temel otoritesini oluşturmaya başlamış.(!)
Acaba diğer Fıkıh ekollerinde nassa nasıl bir mevki tanınmış? Asıl-fer’ ilişkisinde atı arabanın arkasına koşan kimse olmuş mu? Sünnet/Hadis-Fıkıh ilişkisi konusu diğer ekollerde nasıl bir durum arz etmiş? …
“Şâfi’î’nin ikinci önemli etkisi ise metodoloji alanındadır. Buna göre akıl yürütmenin sadece belli şekilleri kabule şayandır. Bunlar Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas yöntemi kullanılarak ulaşılan sonuçlardır. Metodoloji alanındaki Şâfi’înin bu belirlemesi, İslam düşüncesinin bütün bir geleceğini etkilemiştir.”
“İmam Şâfi’î’ye gelinceye kadar sorunların çözümü için Kur’an, sünnet, icmâ ve kıyas esasları çerçevesinde bir yöntem takip edilmişse de, İmam Şâfi’î ile birlikte belirlenen bu dört esas mutlaka uyulması gereken temel asıllar haline getirilmiştir.”
Yukarıdaki iki paragrafta yer alan tesbitlerden hangisine inanmalıyız? İmam eş-Şâfi’î öncesinde, bilinen yaygın ekollerden hangisinde bu dört esas “uyulmayabilecek”ler kategorisinde görülmüştür?
Bir başka “inci”: “Doğrudan ya da dolaylı olarak gelecekten haber veren bir hadisin, tarihî bakımdan sahih bir şekilde Hz. Peygamber’den gelmiş olabileceğinin kabul edilemezliği, hadis usulcüleri tarafından benimsenen bir prensiptir.”
Acaba yazar bize, böyle bir prensip vaz eden bir Hadis Usulü kitabının ismini verebilir miydi? Yazarın, bu mutlak genellemeci tesbitten sonra “Bir başka ifadeyle, gelecekle ilgili yer ve zamanı açıkça bildiren hadislerin uydurma olabileceği konusunda önemli bir anlayış birliği mevcuttur” demiş olması garabete garabet eklemekten başka bir şeye yaramamış.
“Ebû Hanîfe ve re’y ehli yaşamın her alanında akla daha fazla yer verirken, Şâfi’î ile birlikte bu misyonun yerini rivayet almıştır” tarzındaki moda söylemin ne idüğü hakkında benim gibi iler tutar bir delile rastlayamamış olanları aydınlatacak bir “himmet ehli” çıkar mı?
“Gerek Şâfi’î ve gerekse Eş’arî’nin kalkış noktaları aynıdır. Her ikisi de kitap, sünnet, sahabe, tabiun ve onları takip edenlerin görüşleri doğrultusunda yapılan rivayetleri, yani icma’ı esas almışlar, bununla birlikte içtihada da yer vermişlerdir.” Ya diğerleri?…
“Eş’arî ile Ahmed b. Hanbel arasındaki münasebet neyse, İmam Şâfi’î ile İmam Mâlik arasında da aynıdır. Şâfi’î konum bakımından İmam Mâlik’e daha meyyaldi. O da hadise destek çıkıyor ve hadisleri kabulünde Ehl-i Hadis’in birçoğundan daha kolaylaştırıcı davranıyordu. Ancak yöntem bakımından Ebû Hanîfe’ye daha yakındı.Çünkü kıyası yasama usulünden bir asıl olarak görüyordu…”
Yaklaşık 20 sayfa hacmindeki bu makaleyi okuduktan sonra içimde garip bir şekilde keçi boynuzu yeme arzusu hissettim. Neden ola ki?!
Milli Gazete – 20 Ocak 2004