4+4+4 formülüyle duyurulan yeni eğitim sistemine ilişkin kanun tasarısı, farklı kesimlerin farklı tepkilerine yol açtı. Süreç devam ediyor. Devam ederken de tasarı üzerinde kimi oynamalar yapıldığını görüyoruz.
Söz gelimi başlangıçta birinci 4 yıldan sonra dileyen öğrencilerin açık öğretim sistemine devam edebilmesine imkân sağlanmışken, süreç içinde bundan geri adım atıldığına ve birinci 4 yıldan ikinci 4 yıla geçişin zorunlu hale getirildiğine ilişkin haberler basına yansıdı. Bu haberlerin gerçeği ne ölçüde yansıttığını bilmiyoruz. TÜSİAD, CHP vd. “blok muhalefet”in bunda etkisi olup olmadığı da ayrı bir merak konusu.
Doğrusu ilk 4 yıldan sonra öğrencinin, bir taraftan öğrenimine yaygın eğitim (açık öğretim) tarzında devam ederken diğer taraftan kendisini istediği alanlarda geliştirmesi –”kötünün iyisi” kabilinden– önemli bir imkândır. Bu formül hayata geçtiğinde en azından ilk 4 yılın sonunda aile çocuğu farklı alanlara yöneltebilecek, bu anlamda elinde farklı seçenekler bulundurabilecektir.
Esasen burada da öğrencinin ilk 4 yıl için devlet tarafından sahiplenilmesi, çocuk üzerinde ailenin inisiyatifi dışında tasarrufta bulunması üzerinde durmak gerekir. Eğer aile bilinçli bir şekilde çocuğunu istediği bir alana yöneltmek isterse, devletin yapması gereken bunun yolunu açmak, imkânlarını geliştirmektir.
Burada “halk cahildir, anlamaz” gibi bir anlayış söz konusudur. “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya” misali, bu ülkede başından beri hükümet edenler halkın yerine karar vermeyi adeta yönetmenin olmazsa olmazlarından sayıyor.
Oysa bu hükümet halk nezdinde makes bulan söylemlerin altına imza atmış bir hükümet olarak bu alanda farklı bir icraat ortaya koyma şansına sahipti. En azından bunun halk nezdinde bir alt yapısı ve beklentisi mevcuttu.
Ailelerin çocuklarının eğitimiyle ilgilenip ilgilenmediğini denetleyebilirsiniz. Hatta bunu yap-a-mayanların çocuklarını alır, devlet olarak eğitirsiniz. Burası tamam. Ama ben bir vatandaş olarak çocuğumu istediğim gibi yetiştirme imkânını elimde bulundurmak istesem, çok mu “aykırı” düşünmüş olurum?
Açıkça söylüyorum: Ben çocuğumu hem hafız olarak yetiştirmek istiyorum, hem de bu ülkenin birinci sınıf üniversitelerinde okumasını sağlamak. Bu ikisini niçin bir arada yapamıyorum? İlahî bir lütuf olarak ilahî kelamın hafızlığını ve muhafızlığını yapan gençler bu ülkede niçin bunun karşılığını bir “mazhariyet” olarak değil de “mağduriyet” olarak görür? Hafız avukat, doktor, mühendis… olunamaz diye bir kural mı var?..
Böyle bir kural “kâğıt üstünde” olmasa da, hepimiz biliyoruz ki fiiliyatta var…
Bir diğer husus da şudur: İlk 4-5 yıldan sonra çocukların eğilimi, yeteneği, ileride neler yapabileceği üç aşağı beş yukarı belli oluyor. Bu aşamadan sonra çocuklar ağırlıklı olarak yeteneklerini geliştirebilecekleri, müfredatları o doğrultuda oluşturulmuş okullara yönlendirilse fena mı olur? Niçin yeteneklerine ve eğilimlerine bakmadan bütün çocukları –torna tezgâhından geçirir gibi– aynı müfredata tabi tutalım ki? Söz gelimi bir çocuğun el becerileri ileride hat, tezhip gibi sanatlara yönelebileceğinin işaretlerini veriyorsa, yahut beden yapısı, hareketleri, çevikliği, dengesi… ileride iyi bir sporcu olabileceğini anlatıyorsa, bu çocuğa hayatta kendisine hiç lazım olmayacak fizik, kimya… gibi dersleri dayatarak bıktırmanın, yıldırmanın anlamı var mıdır?
Son bir not: Bir vatandaş olarak Türk lirasının yeni amblemini hiç beğenmediğimi söylemeliyim. Bizden hiçbir iz taşımıyor. Hiçbir estetik yanı da yok.
Milli Gazete – 6 Mart 2012