“Arap Baharı” denilen süreç başladığında, İslam Dünyası’na nizamat verme hedefinden vazgeçmeyen ABD ve Batı’nın metot değiştirip postmodern bir “ikna süreci” başlattığı ve bundan sonra daha “yumuşak” manipülasyınlarla karşılaşmaya hazır olmamız gerektiği doğrultusunda yazılar yazdığımı okuyanlar hatırlayacaktır. Hatta İslam Dünyası’nın “kendi zaliminden kurtulma” iradesini bile gösteremediğini, bizi bizim zalimlerimizden Batılıların kurtarması gibi bir zilletin hiçbir izahının olamayacağını yazmıştım.
Geldiğimiz noktada samimi kanaatim şudur: Libya’da ve Tunus’ta neler olduğu ve gidişatın nereyi gösterdiği konusunda hala mutmain değilim. Yeni yönetimlerin bu ülkelerde neler yapacağını zaman gösterecek; bekleyip göreceğiz.
Mısır’ın ayrı bir konumu var. Başlangıçta askerlerin gösterdiği “soft” direnç, giderek yerini “halkın iradesi” olgusuna bıraktı. Şu anda İhvan iktidarda ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Mısır halkının talebi doğrultusunda Mısır’a İslamî bir yönetim tarzının geleceği yolunda kararlı ve ısrarlı açıklamalarda bulunuyor.
Bu açıklamalar ne anlama geliyor? İçimizdeki bir kısım kardeşlerimiz Mürsi’nin bu açıklamalarının ve İhvan’ın geldiği noktanın tatmin edici olmadığını, İhvan’ın, Mısır’da halkı İslamî söylemler üzerinden Batı’nın dümen suyuna sevk edeceğini düşünüyor. Nitekim mesela İsrail’le ilişki kurulması için atılan adımlar ciddi soru işaretleri oluşmasına yol açıyor…
Mısır İhvanı’nın bu söylem ve politikalarını –işin henüz çok başında olmamıza rağmen– keskin cümlelerle mahkûm edenler, her ne hikmetse Suriye söz konusu olduğunda kanlı katil Esed’in ve İran’ın yanında saf tutmakta tereddüt göstermiyor. Suriye İhvanı, hatta bütünüyle Suriye muhalefeti, iktidara geldiklerinde İsrail’le ilişki kurmalarının söz konusu olmadığını açık bir şekilde deklare ettiği halde İran’a ve Esed’e verilen bu limitsiz kredinin nasıl bir izahı olabilir?
Suriye’de olup bitenleri “Batı manipülasyonu”na indirgemek, orada hayatını kaybeden 30 binden fazla insana yapılabilecek en büyük haksızlıktır! Dün Irak’ta vuku bulan işgal ve soykırımda, bugün Afganistan’da devam etmekte olan işgalde, hatta “Arap Baharı” sürecinde Libya’da ve Tunus’ta yönetimler devrilirken –“asrın yalanı” haline gelmiş olan– “direniş hattı” martavalını hatırlamayanların Suriye söz konusu olduğunda birden saf değiştirmesi derin bir gafletin ürküntü verici tezahürü olarak geçecek kayıtlara.
Bütün bu süreçte yazdıklarımın AKP’nin politikalarını desteklemek anlamına geldiğini yahut doğrudan bu amaca yönelik olduğunu düşünenlere de bir çift sözüm var:
AKP’nin pek çok söylemini ve icraatını bu köşeden açık bir şekilde tenkit ettiğimi bilenler biliyor. Bunu yaparken “AKP karşıtlığı refleksiyle” hareket etmediğimi de.
Benim İran ve Şia konusunda yazdıklarımın esasen gündelik siyasetle bağlantılı okunmasına en başta benim rızam yok. Buradan, yazdıklarımı gündelik siyasetin etkisi altında okuyup yorumlayanlarda sesleniyorum: Lütfen benim yazılarımı okumayın!
Bu çerçevede yaptığım birtakım tesbitlerin AKP’nin politikasıyla örtüşmesi, netice olarak benim yanlış yerde durmamdan değil, AKP’nin doğru yerde durmasındandır. Bu, “anlık” bir denk düşüştür ve yarın dengeler değiştiğinde AKP’nin politikası da değişebilir. Bense durduğum yerde durmaya devam edeceğim. Dolayısıyla beni AKP ve İsril/ABD politikalarına alet olmakla suçlayanlar, en azından kendi durdukları yerin de Esed, İran, Rusya ve Çin’in yanı olduğunu unutmasınlar. Benim maksadıma aykırı şekilde AKP’ye destek gibi algılansa da, tıpkı babası gibi on binlerce insanın kanı üzerinde Firavni iktidarını sürdürmeye çalışan bir katilin ve ona sınırsız destek vermek suretiyle safını açıkça belli etmiş olan İran’ın yanında asla yer almayacağım.