Geçtiğimiz Pazar günü İran Devrimi’nin 33. yıldönümüydü. Humeyni’nin İran’a döndüğü gün doğan çocuklar bugün orta yaşlarda seyrediyor. O günden bu güne İran neler yaptı; küresel ve bölgesel oluşum ve gelişmeler bağlamında nerede konumlandı, İslam Dünyası’yla ilişkileri nasıl bir seyir izledi?…
Soruları artırdıkça bu yazının boyutlarını kat kat aşacak alanlara gireceğiz ister istemez. Ancak kuşbakışı baktığımızda ana hatları itibariyle şunları söyleyebiliriz:
İran’da devrim gerçekleştiğinde İslam Dünyasında “Müslümanlar bakımından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” düşüncesiyle yepyeni bir heyecan, umut, kardeşlik dalgası oluştu. Türkiye dahil, İslam Dünyası’nın hemen her yerinde –bilhassa gençler arasında– mezhep değiştirip Ca’feriyye-İmamiyye mezhebine geçenler oldu. Bugünkü gibi kimsenin propaganda yapmasına gerek olmadan, kendiliğinden gerçekleşen şeylerdi bunlar. İslam Dünyası, Soğuk Savaş sürecinin getirdiği düşünce ve algı kalıpları içinde dünyanın iki kutbundan birine sığınmak zorunda olmadığı, üçüncü bir kutup olarak kendi ayakları üstünde pekala durabileceği, hatta “müstekbirler” karşısında “mustaz’aflar”ın sığınma adresi olabileceği hissine kapıldı ki, bunlar gerçekten aşılması hayli zor psikolojik eşiklerdi. Dirayet, cesaret ve iyi niyetle yönetilecek bir işbirliği ve hatta “beraberlik” süreci, İslam Ümmeti’ni yekvücut olarak yepyeni bir güç yapabilirdi ve buradan oluşacak muazzam enerji, dünyanın çehresini değiştirebilirdi.
Ancak zaman içinde İran, İslam Dünyası’nda “Ümmet şuuru”nun, “vahdet”in, dayanışmanın yerleşmesine, insanlığın kanını iliğini emen sömürgenlere karşı hak ve hakikatin gür sesini birlikte haykırmaya değil, kendi mezhep ve ideolojisinin İslam Dünyası’na ihracına matuf bir niyet taşıdığını ortaya koymaya başladı. İçeride akla zarar bir “Sünnî avı” sürerken, dünyaya dönük politikalarında İslam Dünyası’nın birlik-beraberliğini pekiştirecek ve bu anlamda yeni bir dengenin kurulmasına hizmet edecek yapılanmalar yerine, Rusya-Çin-Hindistan blokuna yaslanarak Batı karşıtı söylemlerle kendisine alan açmayı tercih etti. İslam Dünyası’na dönük politikalarda görülense, İsrail karşıtı ve fakat altı boş söylemlerle prestij oluşturma üzerine kurulu bir tavır…
Üstelik İran’ın, Batı karşıtı söylemlerinin keskinliğiyle mütenasip bir pratik ortaya koyduğunu söylemek de mümkün değil. Afganistan ve Irak işgallerinde “Ümmet’in birliği” söylemiyle hiçbir şekilde izah edilemeyecek bir makyavelizm gördük İran’dan. Bunun başka bir izahı var mıdır gerçekten? “Bosna, Çeçenistan, Doğu Türkistan… gibi bu ümmetin kanayan yaralarında İran hangi derde deva adımı attı? Daha dün Gazze İsrail bombalarıyla, kimyasal ve biyolojik silahlarıyla yerle bir edilirken İran ne yaptı” gibi soruların cevabı İran bakımından hiç de iç açıcı değil. Aynı makyavelist tavrı şimdilerde Suriye bağlamında müşahede ediyoruz. Orada kelimenin tam anlamıyla oluk oluk kan akarken İran, sırf Sünnî karakterli bir ayaklanma söz konusu diye zalim Esed yönetiminin hunharca katlettiği mazlumları “Amerikan ajanları”? olarak damgalayabiliyor!..
Geldiğimiz noktada uluslar arası arenada sırtını Rusya-Çin-Hindistan bloğuna yaslamış, buna mukabil İslam Dünyası’nda –devletler nezdinde– kendisini giderek tam bir yalnızlığa mahkûm etmiş, Ümmet’le ilişkisi ise İmamiyye mezhebinin ihracına dönük politikalardan ibaret olan, kadim arızaları zirve yapmış bir İran söz konusu ne yazık ki!..
Bunları söylerken İran yanlısı çevrelerden “Türkiye de şurada şunu yapmadı mı” veya “Arap ülkelerinin şu şu politikaları bu söylediklerinizle çok mu örtüşüyor” tarzında itirazlar alıyorum. Oysa bu tarz bir savunmanın konuyu manipüle etmekten başka bir anlamı yok. Ben bütün bu tenkitleri dillendirirken ne Türkiye’nin ne de Arap aleminin izlediği politikaları referans alıyorum. Söylediğim, İran’ın, söyledikleriyle yaptıkları arasında onmaz bir çelişki bulunduğu.
Milli Gazete – 14 Şubat 2012