Hicret denince akla ilk gelen, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in, 622 yılında Mekke’den Medine’ye intikali hadisesidir.
Ancak hicret, gerek İslâm tarihinde çok büyük önemi olan bir vaka olarak, gerekse bir kavram olarak bundan daha derin ve geniş bir anlam sahasına sahip.
Burada hicreti “olay” ve “kavram” olarak ikiye ayırmamız sebepsiz değil.
Takip eden iki yazımızda ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, hicretin hayatımızda her iki açıdan da vazgeçilmez önemi var.
TARİHİN DÖNDÜĞÜ NOKTA
Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz, çile ve meşakket dolu peygamberlik göreviyle mutlak hakikati insanlara tebliğ etmeye memur kılındığı zaman, bütün imkân ve fırsatları bu görevin en iyi şekilde ifası için değerlendirmişti.
Ebedi kurtuluşla tek buluşma noktası olan İslâm’la insanlığın tanıştırılması ve ilâhi vahyin bu son halkasının çağlar ötesine taşınması, üç aşamalı bir süreçte gerçekleşmişti: Tebliğ, hicret ve cihad.
Hicret öncesi dönem: Tebliğ safhası
Efendimiz s.a.v., üç yıl kadar gizli yürüttüğü hakikat çağrısını bilâhare alenileştirmiş ve bunun sonucunda müşrik Kureyşliler’in şiddetli direnci ile karşılaşmıştı.
Önceleri kendisine muhtelif tekliflerle geldiler. Davasından vazgeçmesi karşılığında para, mal-mülk, liderlik vs. önerdiler. Bütün bu teklifleri geri çevrilince, baskı ve sindirme politikası devreye sokuldu.
Hadis, Tarih ve Siyer kaynaklarının bütün detaylarını açıkladığı bu zorlu dönemde, müminlerin sayısı her geçen gün artmakla birlikte, Mekke müşriklerinin baskı ve işkenceleri de gün geçtikçe artıyordu.
Hatta müslümanlar, Ebu Talib mahallesinde topyekün bir sosyal boykota tabi tutulmuş, açlığa, yalnızlığa ve çaresizliğe mahkûm edilmişti.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Efendimiz s.a.v. ve çevresindeki bir avuç samimi mümin geri adım atmamış, geçici bir çözüm olarak bazılarının Habeşistan’a hicreti uygun görülmüştü.
Mekke müşriklerinden görülen eziyet ve baskılar kimi zaman dayanılmaz bir hal alıyor, böyle durumlarda inen ayetler, tabi tutuldukları imtihanın, davanın büyüklüğünden kaynaklandığını hatırlatıyor ve onlara sabır, sebat ve azim aşılıyordu:
“Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmedikçe cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu da şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki, peygamber ve onunla birlikte iman edenler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ demişlerdi. Bilin ki, Allah’ın yardımı çok yakındır.” (Bakara, 214)
“Elif Lâm Mîm. İnsanlar sadece ‘iman ettik’ demekle bırakılıvereceklerini ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Gerçekten biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da…” ( Ankebut, 1-3)
Efendimiz s.a.v. de bu sıkıntılı dönemin ardından kısa bir süre sonra ulaşacakları aydınlık geleceğin müjdesini veriyor ve şöyle buyuruyordu:
“Muhakkak ki kısa bir zaman sonra, San’a’dan Hadramevt’e kadar Allah korkusundan başka bir korku duymaksızın yolculuk edeceğiniz günler gelecek. Ama siz acele ediyorsunuz.”
Bu dönemde Efendimiz s.a.v., tebliğini Mekke dışına taşımayı uygun gördü ve Mekke yakınlarındaki Taif’e giderek on gün boyunca bu beldenin ileri gelenlerine ilâhi hakikatleri anlattı. Ancak burası da kör ve sağır kalmayı tercih etmişti. Mübarek ayaklarından kanlar akana kadar taşlanarak terke zorlandığı bu seferden geriye iki şey kalmıştı: Yolda O’na üzüm ikram eden ve kısa bir hasbihalin ardından İslâm’ı seçen bir köle ile kendisine o çirkin muameleleri reva gören Taif halkına yaptığı dua…
Sonunda Mekke müşrikleri nihai adımı atarak Efendimiz s.a.v.’i öldürmeyi kararlaştırdığı zaman, O da hicret kararı alıyordu.
İnsanlığın istikbaline adım: Hicret hadisesi
İnsanlığa gönderilmiş olan bu son kurtuluş çağrısının çağlar ötesine uzanabilmesi için güvenilir bir ortam ve güç gerekiyordu. Mekke döneminde müşriklerin baskı ve işkencelerine dayanamayacak hale gelen müminlere Habeşistan’a hicret izni verildiğini belirtmiştik. Nitekim İbn İshak’ın kaydettiğine göre hicret, sadece herkesçe bilinen Habeşistan ve Medine’ye değil, hayat emniyetinin ve dini yaşama imkânının bulunduğu “her bir yöne” yapılmıştır.
Hicretin bu muhtevasının son derece çarpıcı örneklerle hayata geçirildiğini biliyoruz. Mesela Zekvan b. Abdi Kays r.a., Birinci ve İkinci Akabe bey’atlarında hazır bulunmuş bir Medineli olmasına rağmen, Efendimiz s.a.v. henüz Mekke’de iken oraya hicret etmiş ve Sahabe arasında “ ensarî-muhacirî” diye tanınmıştır (İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe). Bu şekilde ensarî-muhacirî lakabıyla tanınan daha başka sahabilerin bulunduğunu da biliyoruz.
Mekke döneminin sonlarına doğru Medine’den iki ayrı seferde gelen müslüman gruplar, Akabe mevkisinde Efendimiz s.a.v. ile “Akabe Bey’atı”nı gerçekleştirdiler. Medine’de hak davanın yerleşip kök salacağını gören Efendimiz, kendisine komplo düzenlendiği gece can dostu Hz. Ebu Bekir r.a. ile birlikte baba yurdunu terk etti ve uzun bir yolculuğun ardından yeni vatanına kavuştu.
Sakinlerini yahudiler, müşrik Araplar ve az sayıda hıristiyanın yanı sıra yeni müslüman olan Evs ve Hazreç’li müslümanların oluşturduğu Medine’ye geldiğinde, Efendimiz bütün bu grupları “Medine Sözleşmesi” denen bir anayasa etrafında birleştirdi.
Ayrıca hicret edenler (Muhacirler) ile Medineli müslümanlar (Ensar: yardım ediciler) arasında, tarihte eşi görülmemiş bir kardeşlik (muahât) tesis edildi. Böylece Ensar, tam bir teslimiyet ve gönül hoşluğu ile dünyalık olarak neye sahiplerse hepsini muhacir kardeşleriyle paylaşmışlardı. Öyle ki, muhacirler endişeye kapılıp Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e gelerek, bütün varlıklarını kendileriyle paylaşan Ensar’ın derece ve sevap bakımından kendilerini geçtiğini, bu durumda onların sevabına ulaşmak için ne yapabileceklerini sormuşlardı.
Tevhid inancının yerleşip gelişmesi için son derece uygun olan Medine, İslâm’ın yeni merkezi olarak, aynı zamanda nihai hicretin istikametini oluşturuyordu. Artık müslüman olan her ferdin buraya hicreti dinî bir vecibe haline geldi. Zira bu aşamada müslümanların sayıları ve güçleri azdı. Müminlerin sayısını artırmak ve gücünü çoğaltmak, müşriklerin gücünü azaltarak maneviyatlarını kırmak ve dini endişesiz bir biçimde yaşayabilmek için, her mümin Medine’ye hicret emrini yerine getirmek durumunda idi. Hz. Aişe Validemiz’in “Mümin, dini için Allah’a ve Rasulü’ne hicret etmek zorunda idi. Zira dinini tatbik etmekten alıkonma korkusu vardı” sözü de bu durumu ifade eder. (Buharî)
Bir ortam arayışı
Efendimiz s.a.v., “Bir müşrik, müslüman olduktan sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabul etmez” (Nesâî) buyurmuştur. Kur’an’da Hz . İbrahim a.s.’ ın “Ben Rabbime gidiyorum” diyerek Nemrud’un hüküm sürdüğü beldeden ayrılışında, Hz. Lut a.s.’ ın, kendisine inanan az sayıdaki insanla yurdunu terk etmesinde, Ashab-ı Kehf kıssasında, İsrailoğulları’nın Mısır’ı terk edişlerinde ve daha başka kıssalarda işlenen hicret teması, dinin yaşanabileceği ortamları aramanın ve oralara göç etmenin çaresine bakmanın ehemmiyetini vurgulayan hususlar olarak dikkat çekmektedir.
İslâm alimleri, Kur’an ve hadislerde yer alan hicret emrinin kişilerin durumuna göre değişik hükümler ihtiva ettiğini söylemiştir. Buna göre hicret hükmü şu esaslara bağlıdır:
Kendisine hicret vacip (farz) olanlar: Eğer bir kimse bulunduğu yerde dinini açıkça yaşayamıyor, mal, can ve din emniyeti içinde bulunmuyorsa ve bu kimse başka yere hicret edecek imkânlara sahipse, onun hicret etmesi gerekir.
Bulunduğu yerde dinini rahatlıkla yaşayabildiği halde başka yere hicret etme imkânına da sahip olan kimsenin hicret etmesi ise bir gereklilik olmayıp, sadece müstehaptır .
Ancak kişi, bulunduğu yerde zayıf ve güçsüz olur, dinini de açıkça yaşama imkânından mahrum olduğu halde hicret edebilecek durumdan da yoksun bulunursa, bu kimse bulunduğu yerde dinini imkân ölçüsünde yaşayacak ve kendisini tehlikeye atmayacaktır. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr )
Cihad safhası
Vaka olarak hicretin stratejik bir hadise olduğunu söylemiştik. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, hicretin sekizinci senesinde Mekke fethedildiği zaman, artık müminlerin Medine’ye hicretinin bir zorunluluk olmaktan çıktığını belirtmiş ve şöyle buyurmuştu: “Fetihten sonra artık hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır.” (Buharî, Müslim, vd.)
Hicretin İslâm davetinin kritik bir aşaması olduğu dönemde, müslümanlar arasında hicret etmenin dinin bir ilkesi olduğu şuuru o derece yerleşmişti ki, hicret emrini yerine getirmeyenler dini eksik yaşamış oluyordu.
Hicret emri üzerine Arabistan Yarımadası’nın neresinde inanan biri varsa derhal Medine’ye geliyor ve bu suretle müslümanların güç ve sayıları hızla artıyordu. Medine’de böylece tam anlamıyla yerleşip kök salan hak dava, artık varlık-yokluk mücadelesi aşamasından, kurtuluş müjdesinin dünyaya duyurulmasının önündeki engelleri temizleme aşamasına geçmişti.
Bu dönemde Kur’an , müminlere, müşriklerle onlara yardımcı olan yahudi ve hıristiyanlardan gelecek saldırılara karşı koyma izni verdi ve kısa bir zaman içinde Arabistan Yarımadası’nda İslâm hakimiyeti tesis edildi. Bundan sonra kuzey ve kuzeybatı istikametindeki Sasani ve Bizans tehditlerinin bertaraf edilmesi gelecek ve Hz. Ömer r.a. döneminde gerçekleştirilen fetihlerle İslâm’ın hakimiyet ve nüfuz sahası altı milyon kilometre kareye ulaşacaktı.
Tebliğ ve cihad safhalarının ortasında yer alan hicret safhasının, İslâm davetinin en stratejik aşaması olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zira insanlığın kurtuluş reçetesini bütün zamanlara ve bütün mekânlara ulaştırabilmenin tek yolu, önce onu kendisini ifade edecek güvenli bir ortama kavuşturmaktır.
Bitirmeden önce bir noktayı vurgulama gereği hissediyoruz:
Bütün bu safhalar içinde hicretin sahip olduğu önem o kadar büyüktür ki, Hz . Ömer r.a. döneminde takvim uygulaması başlatıldığında İslâmî tarihin başlangıcı için en uygun hadisenin hicret olduğuna karar verilmiştir. Bu suretle sadece müslümanlara özgü bir takvim sistemi yerleştirilmiş olmakla kalmıyor, aynı zamanda hicret şuuru sonsuza kadar her yıl yeniden ihya edilmek suretiyle ebedileştirilmiş oluyordu.
BİR KAVRAM OLARAK HAYATIMIZDA HİCRET
İslâm tarihinin en önemli hadiselerinden biri, belki de birincisi olan hicret, aynı zamanda İslâm şuurunun da en temel mefhumlarından birisidir. Hicret olgusunun sadece tarihte yaşanıp bitmiş bir hadise olarak kalması elbette uygun olmazdı. Efendimiz s.a.v. hicretin bir “mefhum”a dönüştürülerek kalıcılığını sağlamak için ona sık sık atıfta bulunmaya devam etmiştir.
Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz Mekke’nin fethinden sonra artık hicret olmadığını belirtirken, bu kapıyı tamamen kapatmamış, hicret şuurundan ve sevabından mahrum kalmamaları için müslümanları hayırlı amellere yöneltmiştir.
Hizmetin de hicret sevabı var
İbn Amr r.a. anlatıyor: “Bir adam, cihada iştirak etmek için Rasul-i Ekrem s.a.v.’den izin istedi. Rasul-i Ekrem s.a.v., ‘Annen baban sağ mı?’ diye sordu. Adam ‘Evet!” deyince: ‘Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap.’ buyurdu.” (Buharî, Müslim)
Müslim’in bir diğer rivayetinde adam: ‘Sana, hicret ve cihad etmek ecrini de Allah’tan istemek şartı üzerine biat ediyorum.’ der. Efendimiz s.a.v., ‘Anne ve babandan sağ olan var mı?’ diye sorar. Adam ‘Evet, her ikisi de sağ’ deyince, ‘Yani sen Allah’tan ecir istiyorsun?’ der. Adamın yine ‘Evet!’ demesi üzerine: ‘Öyleyse onların yanına dön. Onlara iyi bak, (Allah’ın rızası ondadır)’ buyurur.
Ebu Davud’un, Ebu Saîd el-Hudrî r.a.’dan aktardığı bir başka rivayette şöyle denir: “Yemen ahalisinden bir adam, Rasul-i Ekrem s.a.v.’e hicret ederek geldi. Rasul-i Ekrem s.a.v. ona, ‘Yemen’de bir kimsen var mı?’ diye sordu. Adam, ‘Ebeveynim var.’ deyince, ‘Peki, onlar sana izin verdiler mi?’ diye tekrar sordu. ‘Hayır!’ cevabı üzerine: ‘Öyleyse geri dön, onlardan izin iste. İzin verirlerse cihada katıl, vermezlerse onlara hizmet et!’ diye emir buyurdu.”
O’nun rızasına dönüş
Mekke’nin fethinden sonra hicretin kazandığı bu yeni anlam ve muhteva bugün bizler için son derece önemlidir. Zira hicret kavramı, bizzat Efendimiz s.a.v. tarafından bu yeni anlam ve muhtevasıyla kalıcı kılınmıştır.
Bu yeni anlam ve muhtevasıyla hicret her zaman, herkes tarafından yerine getirilebilen bir ilke haline dönüşmüş bulunmaktadır. Birçok ayet ve hadiste vurgulanan iyi niyet, ana-babaya iyilik, kötülükleri terk etmek… gibi hususlar artık “hicret” mefhumunun çerçevesi içinde değerlendirilecektir.
Hicretin bu yeni anlamını ifade eden rivayetlere birkaç örnek zikredelim:
“Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.” (Buharî, Nesaî)
“Hicret ikidir, biri kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Resulü’ne hicrettir.” (Üsdü’l-Gâbe)
“…Hicret kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel)
Hicretin en faziletlisinin ne olduğunu soranlara Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in verdiği cevap da aynı doğrultudadır:
“…Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel)
Zor zamanlarda hicret sevabı
Bu hadis-i şeriflere dikkatle bakıldığında, bu ikinci tür hicretin anlam olarak ilk hicretten (Mekke’den Medine’ye hicret) tamamen bağımsız ve onunla ilişkisiz olmadığını görmek zor değildir. Tarihî vaka olarak hicrette, dinin hiçbir baskı ve etkilenme altında olmaksızın yaşanması anlamı bulunduğu şüphesizdir. Mefhum olarak hicrette de bu anlam vardır. Zira kötülüğün, günahın ve İslâm üzerinde olumsuz etkileri bulunan muhitlerin terk edilmesi, dinin ideal biçimde yaşanabilmesi için şarttır. İlk hicrette de aynı anlamı bulmak zor değildir.
Nitekim zor şartlar altında (fitne dönemlerinde) dinin her tatbikinin bir “hicret” olduğu (Müslim), anne ve babaya hizmetin hicretten daha önemli olduğu (Nesaî) belirtilmiştir.
Füdeyk Ebu Beşir ez-Zebîdî r.a. isimli sahabi Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasulü! İnsanlar zan ve iddia ediyorlar ki, hicret etmeyen helâk olmuştur, bu doğru mu?” diye sorar. Efendimiz s.a.v. şu cevabı verir: “Ey Füdeyk! Namazı kıl, zekâtı ver, kötülüklerden hicret et, ondan sonra yeryüzünde de dilediğin yerde otur!” (Üsdü’l-Gâbe)
Hicretin her zaman geçerli şekli
İslâm alimleri, hicrete teşvik eden nassların Mekke’nin fethinden sonra nasıl anlaşılması gerektiği hususu üzerinde dururken şu noktaların altını çiziyor:
“Medine’ye hicret” anlamında vatandan ayrılmak kalkmıştır ama: Cihad maksadıyla vatandan ayrılmak bakidir. İyi niyetle, yani küfür dünyasından kaçmak, ilim talebi için memleketi terk etmek, fitne sırasında dinini kurtarmak gibi maksatlarla vatanı terk etmek kıyamete kadar bakidir. Hicretin kalkmasıyla kesilen hayır ve sevap, artık cihad , iyi niyet, kötülük ve günahların terki, ana-babaya itaat gibi salih amellerle kazanılabilecektir.
Ebu Sa’id el-Hudrî r.a anlatıyor: “Bir bedevi gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bana hicretten haber ver!’ dedi. Efendimiz s.a.v., ‘Sana yazık. O ağır bir iştir. Senin develerin var mı?’ dedi. Adam, ‘Evet!’ deyince, ‘Zekâtlarını veriyor musun?’ diye sordu. Adam yine ‘Evet!’ deyince: ‘Öyleyse sen o uzaklarda kal ve çalış. Zira Allah senin amelinden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir.’ buyurdu.” (Buharî, Müslim)
Sehl b. Abdillah et-Tüsterî k.s. hicretin bu anlamını son derece veciz bir şekilde şöyle ifade ediyor:
“Cehaletten ilme, Allah Tealâ’yı unutmaktan zikre, masiyetten taate ve günahlarda ısrardan tevbeye hicret, kıyamete kadar baki olan bir farzdır.” (Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya)
Mekke’nin fethinden sonra hükmü kaldırılan Medine’ye hicret farzı, bugün bizim için bu ikinci anlamda geçerliliğini korumaktadır. Yani kötülüklerden iyiliğe, günahtan taate , cehaletten ilme hicret kıyamete kadar bakidir.
Bu noktada bir hususa daha değinmemiz gerekiyor:
Yabancı kültür ve adetlerin yaygın olduğu yörelerde, dinin kalplere tam olarak yerleşmesi ve rahat bir şekilde yaşanması mümkün olmayabilir. Bu bakımdan, inananların mümkün olduğunca aralarında yakınlık kurmaya dikkat etmeleri gerekir.
Özellikle yeni yetişen nesillerin sağlam bir dinî şuura sahip olarak yetiştirilmesinde bu noktanın büyük önemi vardır. Zira insan, etrafındakilerden etkilenen bir varlıktır. Yazılı ve görsel medyanın, sokağın ve arkadaşlık ilişkilerinin gençler ve çocuklar üzerinde ne kadar derin etkileri bulunduğunu hepimiz yakından biliyoruz. İçki ve uyuşturucudan diğer kötü alışkanlıklara kadar her türlü olumsuzluğun, çevrenin etkisiyle edinildiği de yine hepimizin malumu.
Öyleyse gençlerimizin, zararlı arkadaşlık ilişkilerinden uzak, birbirlerine doğruya örnek olacak şekilde yaşaması için gerekli ortamı ve şartları oluşturmak bizlere düşen önemli bir görevdir. Hicretin günümüzde devam eden temel anlamlarından birisi de böyle anlaşılabilir.
———————————————————————————————————————————————-
Kısa kısa
KİMİN KAVMİ HAYIRLI?
Nuaym b. Abdillah r.a. iyiliksever bir insandı. Kabilesinde ilk müslüman olan kimse idi. Hicret etmek isteyince kabilesi:
– Senin dinin ne olursa olsun biz senden razıyız, diyerek onu salmadılar.
Böylece ilk iman edenlerden olduğu halde Hudeybiye’ye kadar hicret edememişti.
Medine’ye geldiği zaman Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz kendisine fevkalâde iltifat etmiş, kucaklayıp öpmüş ve:
– Senin kavmin sana benimkinden hayırlı, buyurmuştu. Nuaym r.a.:
– Hayır! Senin kavmin daha hayırlı ey Allah’ın Rasulü , dedi. Efendimiz s.a.v.:
– Kavmim beni memleketimden çıkardı. Senin kavminse (sana kötülük etmek şöyle dursun, aralarında kalmanı istedi ve) seni salmadı, buyurdu.
Nuaym r.a. şu cevabı verdi:
– Ama ey Allah’ın Rasulü , senin kavmin seni Hicret’e çıkardı. Benim kavmimse beni ondan mahrum etti, dedi.
Rasul-i Ekrem s.a.v. bu cevaba sükût etti. Bilindiği gibi, Efendimiz s.a.v.’in susması, söyleneni kabul etmesidir.
Semerkand Dergisi – Şubat 2004