İçinde yaşadığımız zaman dilimi, birarada yaşama, hoşgörü, çoğulculuk gibi kavramların hüküm sürdüğü farklı bir dünya fotoğrafı çıkarıyor karşımıza. Bu kavramların aslında ne anlama geldiği, neyi hedeflediği ve muazzez dinimiz tarafından ne ölçüde tasdik edildiği konusunda ciddi bir zihniyet krizi yaşadığımız ortada.
Kur’an ve Sünnet bizden, yaşadığımız ortama ve şartlara bukalemun gibi ayak uydurmamızı değil, içinde bulunduğumuz ortam ve şartları mümkün olduğunca Allah Tealâ’nın rızasına uygun hale getirerek yaşamamızı istiyor. Nasıl ki din, değişmek ve dönüşmek içindeğil, değiştirmek ve dönüştürmek için gönderilmişse; aynı şekilde müslüman da bu anlayış içinde hareket etmek durumundadır.
İçinde yaşadığımız zaman dilimi, bilhassa Batı’dan esen rüzgârların etkisiyle bir arada yaşama, hoşgörü, çoğulculuk… gibi kavramların hüküm sürdüğü farklı bir dünya fotoğrafı çıkarıyor karşımıza. Toplum olarak hiçbir muhakemeye tabi tutmadan kabul edip kullandığımız bu kavramların aslında ne anlama geldiği, neyi hedeflediği ve muazzez dinimiz tarafından ne ölçüde tasdik edildiği konusunda ciddi bir zihniyet krizi yaşadığımız ortada.
Kimilerine göre bu kavramlar esas alınıp, din, inanç, hüküm, fikir, kanaat… her ne varsa bunların icabına göre ayarlanmalıdır. Bu kavramlarla örtüşen inanç ve hükümlere hayat hakkı tanırken, bunlarla şu veya bu biçimde çatışanlar terk edilmeli, hayatın dışına atılmalıdır. Bu düşünceyi benimseyenlere göre, zikrettiğimiz kavramlarla çatışma teşkil eden dinî hükümler, hatta inançlar, bizi çağdaş toplumlar karşısında zor durumlara düşürüyor. Dünyaya bunları izah edemiyoruz. Dolayısıyla bunlardan bir an önce kurtulmak bir elzemiyettir!
Emr-i ma’ruf nehy-i münker
Yüce Kitabımız bizi “Ümmet” olarak tanımlıyor. Ümmet olmak, inançtan amele, hayatın sosyal, ekonomik, siyasi ve diğer boyutlarından geçmiş ve gelecek tasavvuruna kadar bizi biz kılan değerleri bütün olarak paylaşmak, yaşatmak ve çoğaltmak demektir.
Üstelik bizim“Ümmet” oluşumuz sadece kendimizi ilgilendiren bir mesele de değil. Bizim bu vasfımızın bütün insanlığa bakan bir yüzü de var. Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur: “Siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerinen hayırlısı olmak üzere yaratıldınız. Ma’rufu emreder, münkeri yasaklarsınız ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)
Bu ayette Ümmet-i Muhammed’in vasıfları dikkat çekici bir tertibe göre zikir buyurulmuş. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker imandan kaynaklanan hususlar olduğu halde, onlara kaynaklık eden iman, onlardan sonra zikredilmiş. “Bunun hikmeti ne olabilir?” diye düşündüğümüzde aklımıza gelen şu oluyor: Emr-i ma’ruf nehy-i münker, bu ümmetin “insanlık için”ortaya çıkarılışını izah eden vasıflardır. Zira emr-i ma’ruf nehy-imünker, imanın insanlığa dönük yüzüdür. Dünya adalet üzerine kaimdir ve adaletin ihlali bizzat münker bir durumu ifade eder. Mümin, imanının kendisine yüklediği sorumluluk bilinciyle o münkeri ortadan kaldırmaya ve adaleti yeniden ikame etmeye çalışır. İşte onun “insanlık için” ortaya çıkarılmış olması ile emr-i ma’ruf nehy-i münker arasında böyle kopmaz bir ilişki vardır.
Şu halde bu ümmet fertlerinin bulunduğu yerde Allah Tealâ’nın rızasına ve insanlığın hayrına olan ne varsa hakim olur, yaygınlık kazanır; O’nun rızasına aykırı düşen ve insanlık için değerli ve hayırlı olmayan şeyler de hayatın dışına atılır. Bu özellik bu ümmet için sadece bir fazilet olarak değil, aynı zamanda temel bir vazife olarak da ortaya çıkmaktadır.
Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları’nda meydana gelen ilk bozulma şudur: Birisi, (kötülük işleyen) başka biriyle karşılaşır ve ona, ‘Ey adam! Allah’tan kork, yaptığını terk et. Çünkü onu yapmak sana helal değildir’ derdi. Sonra ertesi gün onunla tekrar karşılaşır, fakat dünkü yaptığı, onunla birlikte yemesine, içmesine ve oturmasına engel teşkil etmezdi. Bunu yaptığında Allah onların kalplerini birbirine karıştırdı(benzetti).”
Efendimiz s.a.v. sonra, “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendiler…” diye başlayan ayetleri, “Fakat onların çoğu fasıktır.” mealindeki ayetin sonuna kadar (Mâide, 78-81) okudu ve arkasından şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Allah’a yemin ederim ki sizler ya ma’rufu emredip münkerden sakındırır ve zalimin elinden tutup onu hakka döndürür, hak üzere tutarsınız (ya da kalpleriniz birbirine benzetilir).” (Ebu Davud)
Kavramı doğru anlamak
Kavramlar bizim hayat damarlarımız gibidir. Onların içinin farklı muhtevalarla doldurulmasına izin verdiğimizde, kendi kendimizi zehirlemiş oluyoruz. Günümüzde sıkça kullanılan, ama muhtevasını doğru tayin edemediğimiz için zamanla anlamını kaybedip buharlaşan kavramlardan ikisidir “ma’ruf” ve “münker”. Yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimede de geçtiği gibi, bu iki kavram Kur’an’ın en temel kavramlarındandır ve Ümmet-i Muhammed olarak bizler için de son derece önemli bir anlam ifade ederler.
Ma’ruf kelimesini, içinde geçtiği ayet ve hadisler de dahil olmak üzere her yerde “iyilik” diye tercüme etmek büyük bir cinayettir. Zira “iyilik” her şeyden önce bir “kavram” değildir. İkinci olarak da bu kelime, içini kimin doldurduğuna göre değişik anlamlar ihtiva eder. Şayet kelimeleri kavramlar doğrultusunda değil de, kavramları kelimeler doğrultusunda anlamlandıracak olursak, bir süre sonra ma’ruf bizim için kötü, münker de iyi olan şeyleri anlatmaya başlayacaktır.
Öyleyse vakit geçirmeden bu iki temel İslâmî kavramın anlam ve muhtevasına bakalım.
Ma’ruf, Allah Tealâ’ya taat, yakınlık ve insanlara iyilik anlamı taşıyan her söz, davranış ve tutumdur. Yüce dinimizin, işlenmesini teşvik ettiği bütün ameller bu kapsamdadır.
Münker ise bunun tam zıddıdır. Allah Tealâ’ya isyan, insanlara kötülük ve zarar anlamı taşıyan ve Yüce dinimizin yasakladığı her söz, amel ve davranış münkerdir.(İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 3/216)
Şu halde bu iki kavramdan birine “iyilik”, diğerine “kötülük” demekle, aslında onların içini boşaltmış oluyoruz. Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu günümüzde belli enformasyon merkezleri belirlediği için –yukarıda da söylediğimiz gibi– bir süre sonra, dinimizin ma’ruf dediği birtakım ameller “kötü” ve dinimizin münker dediği birtakım işler de “iyi” olarak telakki edilebiliyor toplum tarafından.
Bir müminin günaha razı olması mümkün değildir. Yanıbaşımızda bir günah işlendiği zaman ona en uygun metotla müdahale edip, işlenmesine veya en azından yaygınlaşmasına mani olmak görevimizdir. Oysa günümüzde “çoğulculuk”, “hoşgörü” gibi kavramlar moda ve herkesin istediği hayat tarzını rahatça yaşaması “insan hakları” çerçevesinde temel bir hak. Yanıbaşınızdaki komşu, sokağınızdaki esnaf veya aynı güzergâhı kullandığınız insan, sizin inanç ve kültürünüzle asla bağdaşmayan bir hayat yaşayacak, sizin dininizin “münker” dediği fiilleri açıktan işleyecek ve siz onu ikaz bile edemeyeceksiniz!
Efendimiz s.a.v., “Ben müşrikler arasında ikamet eden her müminden beriyim” buyurmuş. “Niçin (böyle buyurdunuz) ya Rasulallah?” diye sorulduğunda da “Ateşleri birbirini görür.”karşılığını vermiş. (Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî)
Buradaki “ateşleri birbirini görür” ifadesinin ne anlama geldiği konusunda ulema şu ihtimaller üzerinde durmuştur:
1. Müminle müşrikin hükümleri bir olmaz.
2. İslâm yurdu ile küfür ülkesi arasında fark vardır. Bir müslümanın (mazeretsiz olarak) kâfirlerin memleketinde yaşaması caiz değildir.
3. Mümin, yaşantısında, ahval ve davranışlarında ve görünüşünde onlara benzememelidir. (Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 7/129)
Peygamber vârislerinin görevi
Geçmişte yaşamış herhangi bir toplum şerde, fesatta ve bâtılda ne kadar mesafe katettiği zaman uyarıcı peygamberler geliyordu diye baktığımız zaman gördüğümüz manzara, şu zamanda bizim yaşadıklarımızdan çok farklı değildir. Ne var ki risalet kapısı artık kapanmış bulunuyor.
O halde insanlığı içine düştüğü bu şer gayyasından çekip çıkaracak tek umut ışığı olan Ümmet-i Muhammed’i kıvamda tutacak olan nedir?
Şüphesiz ki bunu yapacak olan bu ümmetin gerçek alimleridir. O vârisler ki, Allah Tealâ’nın rızasından başka bir hedefleri ve rıza-yı ilâhinin uzağına düşmekten başka bir korkuları yoktur. Ne dünyalıkta gözleri vardır, ne makam ve şöhrette. Onlar bizim hayatımızın işaret taşları, nirengi noktalarıdır. Toplum, ahvalini onlara göne ayarlar, onlara bakarak kendisine çeki düzen verir. Bu sebeple toplum olarak, ümmet olarak bizim için ekmek ve sudan önce, ruhumuzu kıvamda tutacak alimler gereklidir.
Gerçek fonksiyonu bu olan alimlerin yerini, Kur’an-ı Kerim’in “bel’am” tiplemesiyle dikkatimize sunduğu sahte alimler aldığında ise, İsrailoğulları’nın başına gelenin bizim de başımıza gelmesi –Allah korusun– işten değildir.
İbn Abbas r.a., “İçerisinde salih insanların bulunduğu bir belde halkı helak olur mu?” sorusuna muhatap olan Efendimiz s.a.v.’in “Evet” diye mukabele ettiğini, sebebi sorulduğunda da şöyle buyurduğunu naklediyor: “Allah’a isyan edilmesi karşılığında toleranslı davranmaları ve sessiz kalmaları sebebiyle.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 11/270)
Bu, her ne kadar senedi zayıf olsa da muhtevası pek çok sahih hadis ile desteklenen bir rivayettir. Bunlardan birisinde Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki, ya ma’rufu emredip münkerden sakındırırsınız, ya da Allah’ın size, katından bir azap göndermesi yakındır. Sonra O’na dua edersiniz de, duanıza icabet edilmez.”(Tirmizî)
Ali el-Karî, bu hadisin şerhinde, Efendimiz s.a.v.’in yeminli ifadesini de dikkate alarak şu açıklamayı yapıyor: “Allah’a yemin olsun ki, şu ikisinden biri mutlak surette olacak: Ya sizden emr-i ma’ruf nehy-i münker, ya da indirilen bir azap ve bu azabın kaldırılması konusundaki dualarınıza icabet edilmemesi.” (Mirkat, 8/866)
İşte alimlerin görevi bu noktada ortaya çıkıyor. Hem kendilerini hem de toplumun diğer kesimlerini, herhangi bir ayrım yapmadan kuşatacak olan bir azaba düçar olmamak için olanca gayretlerini sarf ederek yöneticisiyle yönetileniyle bütün toplumu uyarmak onların adeta varlık sebebidir.
Bu gayret, toplumun her kesimine sesini duyurup etkisini ulaştıran propaganda merkezlerinin tahribatının önüne geçecek etkinlik ve yaygınlığa kavuşmadıkça, toplumda münkeratın hakimiyeti devam edecektir. Bu devam ettiği sürece de başta alimler olmak üzere bütün toplum bunun zararını görecektir.
Zarar da fayda da umumi
Toplumda ma’rufun hakim olması topyekün bir berekete kaynaklık ederken, münkerin hakimiyeti de topyekün zarar ve ziyanın sebebi olacaktır. Toplumun içinde bulunduğu ahvalden haberdar olan hiç kimsenin, “nasıl olsa ben münker işlemiyorum; başkasının işlediği münkerin zararı bana dokunmaz” demesi hem müslümanca, hem de gerçekçi değildir. Bir hadiste ifade buyurulduğu gibi, gördüğümüz bir münkeri gücümüz yetiyorsa elimizle, yetmiyorsa dilimizle ortadan kaldırmaya çalışmalıyız. Bu işin farz-ı kifaye olan kısmıdır ve herkes terk ederse herkes günaha girer, sorumlu olur. Ancak bunu yapamıyorsak, “çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz, herkes istediğini yapar” deyip de kendimizi tehlikeye atmamalı, o münkeri kalben reddederek hiç olmazsa günahına ortak olmamalıyız.
Evet,münkeri kalben reddetmek en zayıf imanın tezahürüdür ve bir toplum ne adına olursa olsun münkere buğz etme refleksini kaybetmişse, toptan günaha batmış ve ilâhi gazaba müstehak olmuş demektir. Bu durumu dile getiren bir hadisinde Efendimiz s.a.v. şöyle buyurur: “Yeryüzünde bir günah işlendiğini gören bir kimse, onu çirkin bulur ondan ikrah ederse, o günahı hiç görmemiş kimse gibi olur. Kim de o günah gıyabında işlendiği halde ondan haberdar olur ve ona rıza gösterirse, onu bizzat gör(en ve müdahale etmey)en gibi olur.” (Ebu Davud)
Çoğulculuk, özgürlükler ve saire adına açıktan açığa işlenen münkerata sessiz kalan, yerinde ve üslubunca müdahale edip düzeltebileceği arızalara dahi omuz silkip “bana ne” diyen fertlerden müteşekkil bir toplumun; değerlerine, geçmişine, kültür ve inancına değil, varlığına bile sahip çıkması müşkül hale gelir.
Hz. Ali r.a. şöyle der: “Dininizden (nefs, şeytan veya düşman tarafından) mağlup edile(rek terk ede)ceğiniz ilk şey, elinizle yaptığınız cihattır. Sonra dilinizle yaptığınız (ı aynı şekilde terk edeceksiniz), sonra da kalbinizle yaptığınız cihat (elden gidecek). Her kimin kalbi ma’rufu ma’ruf ve münkeri münker olarak tanıma(maya başlar)sa ters döner, alt üst olur.”(İbn Abdilberr, et-Temhîd, 24/313)
Probleme şaşı bakmak
Günümüz insanı, maruz kaldığı propaganda bombardımanı karşısında şu düşünceye kolayca zihnini kaptırmıştır:
Müslümanlar dinlerini yanlış anlayıp yanlış yorumladıkları için geri kaldılar. Eğer gelişmiş ülkelerin seviyesini yakalamak istiyorsak, eskimiş din anlayışını terk edip, “çağa uygun” bir din anlayışı geliştirmemiz lazım.
Bu düşünce öldürücü bir zehir gibi müslüman nesillerin beynini ve kalbini adeta felce uğratmıştır. Oysa müslümanlar Batı alemi karşısında mevzi kaybettiyse bunun sebebi dinlerini yanlış anlamış olmaları değil,dinlerinin gereğini yerine getirmemeleridir.
Tarih içinde müslümanlar dünyaya adalet dağıtacak güce ve insanlığın müşahede ettiği en ihtişamlı ve uzun ömürlü medeniyeti kuracak kabiliyet ve birikime sahip olduysa, bu, dinlerini doğru anladıklarının en büyük delilidir. Bugün bu durumda oluşumuz, o medeniyetin kurucu dinamiklerini ihmal etmiş olmamızdan, o iman safiyetini ve inanmışlık şuurunu aynı şekilde devam ettirme iradesini gösteremeyişimizdendir.
Bugün dahi, kapı komşumuzdan yakın ve uzak coğrafyalara kadar nerede ne olup bittiğine sadece seyrediyor ve sahaya inip oynamak yerine tribünlerden seyretmeyi tercih ediyorsak, bu, emr-i ma’ruf nehy-i münker şuurunu kaybettiğimizin işaretidir. Hoşgörü, çoğulculuk ve benzeri kavramlar bizi çevremizde olup bitenlere karşı ilgisiz kalmaya, hatta giderek her türlü münkerat ve ma’siyeti “özgürlük” sınırları içinde telakki etmeye götürüyorsa suçu ve suçluyu başka yerde aramak beyhudedir.
Elbette emr-i ma’ruf nehy-i münker her önüne gelenin yapacağı bir iş değil, herkesin kendi konum, yetki, birikim ve kabiliyeti çerçevesinde yürütülmesi gereken bir faaliyettir. Dolayısıyla günümüz şartlarında bu hayatî fonksiyonu yerine getirecek sivil örgütlenmeler ve insanların tepkisini değil, takdirini celp edecek metot ve vasıtalarla yürütülmesi bir elzemiyettir.
Elbette bunu söylerken insanların bireysel hayatlarına müdahale etmeyi, toplumda kaos ve kargaşa oluşturacak ve düzeni bozacak davranışlarda bulunmayı telkin ediyor değiliz. Hatta böyle davranmanın, fitneye yol açacağı için bizzat kendisinin bir münker olduğunu söylüyoruz.
Kastettiğimiz, bizzat kendi nefsimizden başlayarak etrafımıza en uygun metot ve aracı kullanarak ma’rufa çağırıcı bir tutum içinde olmaktır. Zina yolundaki bir genci kolundan tutup zorla geri çevirmek değil, gençleri zinaya götüren yolları tıkayıcı, evliliği kolaylaştırıcı ve teşvik edici çalışmalar yapmaktır mesela.
Yahut manevi dinamiklerimizi toplumda yeniden harekete geçirmek ve etkin kılmak için insanımıza din, tarih, kültür şuuru veren sosyal, kültürel ve ilmî çalışmalar yapacak sivil örgütlenmelere gitmektir.
Semerkand Dergisi – Şubat 2009