Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.
Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur.
Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir.
Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir?
İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşamayacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz.
Sahabe’yi ayrıcalıklı kılan
Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûn-i evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)
Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir:
1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur.
2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım, Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Sahabe’siz dinlerin akıbeti
Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir.
Hz. Musa a.s. ve İsrailoğulları
Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler. Tevrat durumu şöyle anlatıyor:
“Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12)
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha:
“Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (…) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (…) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7)
Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz. Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım.
Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 92-93; Nisâ, 153…) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Hz. İsa a.s. ve Havariler
Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı.
Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz. İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muhafaza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, Tevhid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı.
Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü? Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor:
“Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.)
Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s. ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır?
Sahabe’nin kilit rolü
Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı.
Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan..
Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.
Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi:
“Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, istediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557)
Efendimiz s.a.v.’in hassasiyeti
Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi.
Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71)
Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti.
Burada tek tek zikredemeyeceğimiz pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka, toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu.
Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip, ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme konusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi?
Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek (Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir “sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla korumuş olduğunu söylemektir.
Aksi durumda ne olurdu?
Tevrat ve İncil’in başına gelenler
Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231)
Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri, 124)
Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de (Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir.
Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de nasipdar olmaktadır.
Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir de bu açıdan bakmayı denemişler midir?..
Semerkand Dergisi – Haziran 2006