Rabbimiz, cem olmamızı, bir arada, bir olmamızı, dökülmüş kurşun gibi birbirinde erimiş olmamızı istiyor.
O, bizi yaratıp yalnız başımıza bırakmadı. Kendi kuytularımıza savrulmamızı istemedi. Bizi kardeş ilan etti. Bir arada, yanyana , diz dize yaşamamız için. Ve mahşer günü hep birlikte huzuruma çıkacaksınız dedi.
Müminler kardeştir. Bunu inkâr Hakk’ı inkârdır. Kabul edip, kardeşlik hukukunu göz ardı etmek ise hem şerre hizmet, hem bizleri kardeş ilan edene büyük saygısızlıktır.
İslâm bize kardeşlik hukuku başta, bütün haklara uymayı hatırlatır. O kadar ki, son seslenişinde, Veda Hutbesi’nde, Hz . Peygamber s.a.v. Efendimiz, bugünkü halimizi görüyor gibi haklar konusunda bizi uyarır.
Bu din yalnızca ferdin Rabbiyle irtibatını değil, diğer bütün yaradılmışlarla irtibatını da önemser.
———————————————————————————————————————————————-
HAK VE SORUMLULUK ÇİZGİSİ
Ocak sayımızda Hak-Batıl konusunu işlerken şöyle demiştik: “Hak, Cenab-ı Hakk’ın gerek Kur’an, gerekse Efendimiz s.a.v. vasıtasıyla bizi varlığından haberdar ettiği, bizi teşvik ettiği ve bize emrettiği her şeydir.”
Aynı zemin üzerinde yürüyüşümüzü devam ettirecek olursak şu temel gerçekle yüzyüze geliriz: İnsanoğlu açısından var oluş ile “mükellef” oluş, birbirinden ayrılmaz iki hakikattir.
İnsan akıllı ve iradeli bir varlık olarak yaratılmış, bunun sonucu olarak da başka varlıkların yüklenmediği “emanet”i (mükellefiyet) yüklenmeyi kabul etmiştir. “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; onlar onu yüklenmekten çekindi, korkuya düştü ve onu insan yüklendi.” ( Ahzab, 72)
Sorumluluklar: Yük mü, onur mu?
Bunun anlamı şudur: İnsan, kendisini var eden ilâhi kudretin kendisine teklif ettiği emaneti yüklenmeyi kabul etmekle, hayatını belli bir istikamet doğrultusunda yaşamayı taahhüt etmiş bir varlıktır.
Burada hemen belirtelim ki, bu teklif, günümüzde “din”e şaşı gözle bakan bazı çevrelerin algıladığı gibi, insanı dar ve katı kalıplar içinde kalmaya mahkûm eden bir “yük” değil, insanı diğer varlıklardan üstün kılan “değerler” toplamıdır.
İnsan bu taahhüdünü yerine getirdiği oranda kendi değerini artırmakta, seviyesini yükseltmektedir. Bundan kaçındığı zaman ise hem kendi değerini ve seviyesini yitirmekte, hem de buna bağlı olarak bireysel ve sosyal bir yığın problemin kaynağı haline gelmektedir. Günümüzde “gelişmiş” denen toplumların yaşadığı yığınla problem bu gerçeğin en pratik isbatıdır.
İnsanı insan yapan bu “ değerler”i iman, amel ve ahlâk olarak üç ana başlık altında topluyoruz. Bu sayıda üzerinde duracağımız kul hakkı, “amel” başlığı altında ele aldığımız pek çok husustan biridir. Müslümanın , yaratıcısına, çevresine ve kendisine karşı temel görevinin “ ihkak-ı hak ve ibtal-i batıl” (hakkı ikame etmek ve batılı ortadan kaldırmak) olduğunu düşündüğümüzde, hakka riayetin ihmal edilmesi durumunda, doğrudan doğruya “ ibtal -i hak” olgusunun gündeme geleceğini kestirmek zor değildir. Bir hakkın iptali ise, onun yerine bir batılın ihkakı demek olacaktır. O halde ikame edilmesi gereken hakların neler olduğunu kısaca görelim:
Allah’ın hakkı ve kulun hakkı
Mümin için hayatı anlamlı kılan en önemli unsur şüphesiz ki “iman”dır. Yani inanılması gereken hususlara gerektiği gibi inanmak. Bunun ardından “amel”in geldiğini biliyoruz. Amel kelimesi bir bakıma riayet edilmesi gereken birtakım hukukları anlatmaktadır. İslâm alimleri bu hukukları dört başlık altında toplamıştır ki, hayatımız boyunca yaptığımız veya ihmal ettiğimiz her türlü amel, iyi veya kötü bütün davranışlarımız, bu hukukların çerçevesi içindedir:
Hukukullah: Kelime anlamı itibariyle Allah Tealâ’nın hukuku demektir. Hukukullah’ı oluşturan unsurların başında, O’na layıkı veçhile iman etmek ve küfürden/şirkten sakınmak gelir.
Burada “hukuk” kelimesiyle anlatılan hususların Allah Tealâ’ya izafe edilmesi, Yüce Yaratıcı’nın herhangi bir haktan istifade ettiği anlamında değildir. Bu sahayı oluşturan yükümlülükler sadece Allah Tealâ için yerine getirildiği içindir. Mesela içinde hiçbir şek-şüphe gölgesi taşımayan iman yalnız O’nun içindir. Aynı şekilde namazı yalnız O’nun rızası için kılar, hacca yalnız O’nun hoşnutluğuna ulaşmak için gideriz. Kısacası kendisine şirk koşmadan iman ve ibadet edilmeye hak sahibi olan yalnız Yüce Allah olduğu için, iman ve ibadetleri hukukullah olarak değerlendiriyoruz.
Her ne kadar oruç, zekât gibi bir takım ibadetlerin, “hukuku’l-ibad” ile ilgili boyutları mevcut ise de, bunları sadece bu sınıfta görmemizi engelleyen önemli bir nokta vardır: Bu ibadetler yerine getirilmediği zaman öncelikle Yüce Allah’a mahsus bir ibadeti aksatmış olmaktan dolayı günaha girme söz konusu olur.
Bir diğer fark da şudur: Hukukullah sahasını oluşturan ibadetlerin yerine getirilmesi konusunda ortaya çıkacak herhangi bir ihmal veya kusur, samimi bir şekilde tevbe edildiği takdirde Yüce Allah tarafından bağışlanır. Hatta ayet ve hadislerden öğrendiğimize göre, böyle bir kimse tevbesiz olarak ölmüş bulunsa dahi, Yüce Allah dilerse onu da bağışlar. Ancak “hukuku’l-ibad” ile ilgili en küçük bir ihmal söz konusu olduğunda ortaya çıkan vebalin bağışlanması, hak sahibi olan kimsenin rızasının ve helalliğinin alınmasına bağlıdır.
Hukukullah’ı oluşturan sorumluluklar yerine getirildiği zaman, bunun ortaya çıkaracağı olumlu sonuçlar sadece belli şahıslara değil, bütün insanlığa, hatta bütün varlıklara yansır. Zira hukukullah sahasını oluşturan ibadetler, insanı kemale erdirme özelliğine sahiptir. Kişi ibadetlerini hakkıyla eda ettiği sürece takvası artacak, ahlâkı güzelleşecek ve ruhu olgunlaşacaktır. Elbette böyle bir insanın bütün insanlığa, hatta bütün varlıklara vereceği pek çok şey olacaktır.
Hukuku’l-ibad: Hukuku’l-ibad (kul hakları) kategorisi ise, menfaati yalnız belli bir şahsa veya gruba mahsus olan hukuktan oluşur. Diyetten doğan alacak, borcun geri alınması veya gasbedilen bir malın iadesi böyledir. Böyle durumlarda hakkın yerine getirilmesi yalnızca hak sahibine dönük bir menfaat sağlar.
Bu söylediklerimiz, hukuku’l-ibad sınıfına giren haklardan sadece “maddi” olanları anlatır. Bunlar dışında kul hakkı sınıfına giren bir kısım haklar daha vardır ki, bunları “manevi” haklar olarak isimlendirebiliriz. Ana-baba hakkı, eşlerin birbirleri ve çocukların ebeveyn üzerindeki hakları, komşu hakkı, fakirin zengin üzerindeki hakkı, yönetilenin yönetici üzerindeki hakkı… gibi haklar bu sınıfa girer. Bunları kısaca müminlerin birbirleri üzerindeki hakları olarak ifade edebiliriz.
Maddi kul hakları çiğnendiği zaman, hakkı çiğnenen kişi yetkili mercilere baş vurarak hakkını arar. Adalet mekanizmasının düzgün işlediği ortamlarda bu türlü hakları geri almak kolaydır. Böyle olduğu için, başkasının hakkını yemeye meyilli olanlar, normal şartlar altında buna kolay kolay cesaret edemez. Zira sonunda gasbettiği hakkı zorla geri ödeme durumu yanında, toplum nezdinde itibar kaybı da söz konusu olacaktır.
Manevi kul hakları ise böyle değildir. Dedikodu, gıybet, iftira, hakaret… gibi telafisi maddi bir karşılık ödenerek yerine getirilemeyen haklar konusunda daha bir hassasiyet göstermek gerekir. Zira bu gibi manevi hakların ihlali hem daha yaygındır, hem de sonucu ahirette ilâhi huzurda rüsvaylık ve azap olacaktır.
Maddi olsun manevi olsun, herhangi bir kul hakkının ihlali durumunda, yapılacak iki şey vardır: Hak sahibine hakkını iade ederek kendisinden helallık almak ve Cenab-ı Hakk’a tevbe etmek. Yüce Allah dilediği kimselerin şirk dışındaki bütün günahlarını bağışlayabileceğini haber verdiği halde (Nisa, 116), kul haklarına karışmamaktadır.
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bu hassas noktayı son derece çarpıcı bir şekilde şöyle ifade buyurmuştur:
“Kaçmayarak, yalnız Allah’tan sevap bekleyip sabrederek düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, (elde ettiğin şehitlik mertebesi) senin bütün günahlarına keffaret olur. Yalnız, (ödemediğin) borçların müstesna. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)
Hukukullah ile hukuku’l-ibadın iç içe olduğu durumlar: Bunlar dışında üçüncü ve dördüncü sırada gelen birtakım hususlar daha vardır ki, burada hukukullah ve hukuku’l-ibad iç içedir. Ulema bunları da şöyle bir sınıflandırma ile değerlendirmiştir:
Hukukullah’ın hukuku’l-ibada göre daha baskın olduğu durumlar ve hukuku’l-ibadın hukukullaha göre baskın olduğu durumlar. (Pezdevî, Keşfu’l -Esrâr, 4/134-135)
Zina iftirasını, hukukullahın hukuku’l-ibada göre daha baskın olduğu durumlara örnek olarak zikredebiliriz. Eğer kendisine iftira atılan kişi bundan haberdar olmuş ve bunun bir iftira olduğu yargı süreci sonunda ortaya çıkmışsa, bu durumda zina ifitirası cezası uygulanacaktır.
Her ne kadar burada iftiraya uğrayan kişinin mağduriyeti dolayısıyla bir kul hakkı doğmuş ise de, bu olayın yol açtığı tahribatın boyutları hukukullah’ı gündeme getirecektir. Zira bu iftira hadisesi toplumda zinanın, çirkin sözün, iftiranın ve ahlâksızlığın yaygınlaşmasına (dolaylı olarak da olsa) hizmet etmiş olmaktadır.
Hukuku’l-ibad’ın hukukullah’a göre daha baskın olduğu durumlara ise, İslâm Hukuku’ndaki kısas uygulamasını örnek gösterebiliriz. Bir kimse bir başkasını haksız yere ve bilerek-isteyerek öldürmüşse, burada hukulullah söz konusudur. Zira Allah Tealâ haksız yere cana kıymanın haram olduğunu bize bildirmiştir. Ve üstelik burada toplumsal güvenliğin zedelenmesi söz konusudur.
Buna rağmen bu olayda hukuku’l-ibadın ön plânda olduğunu söylüyoruz. Zira:
– Her şeyden önce bir kimsenin haksız yere hayatına kıyılmış ve dinin vazgeçilmezlerinden olan “canın korunması” ilkesi ihlal edilmiştir.
– Öldürülenin yakınları, meseleyi yargıya intikal ettirip ettirmemekte serbesttir.
– Dava yargıya intikal ettirildikten ve katile ceza kesildikten sonra bile maktulün yakınları, herhangi bir maddi karşılık alarak veya isterlerse almadan sulh yolunu tercih edebilir. (el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye, 18/13 vd.)
Allah’ın hakkı: Her olayda, her adımda
Bu yazının başından beri söylediklerimiz, hukukullah ile hukuku’l – ibad’ın birbirinden tamamen bağımsız olmadığını göstermektedir. Kul hakkına giren hususlarda hakka tecavüz eden kimsenin somut bir cezaya çarptırılması bizi aldatmamalıdır. Zira hukuku’l-ibad’a riayet de Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla herhangi bir kimsenin hakkına tecavüz edildiği zaman, aynı zamanda Allah Tealâ’nın emrine karşı gelinmiş olmaktadır. Yüce Mevlâ bizden kendisine ibadet etmemizi istemektedir. O’na ibadet ise, O’nun emir ve yasaklarına bir bütün olarak riayet etmekle mümkündür.
Büyük İslâm Hukukçusu İzzuddîn b. Abdisselâm’ın tesbitlerini kısaca aktararak konuyu toparlamış olalım:
Hukukullah üç kısımdır:
1. Tamamen Allah Tealâ’ya ait olan haklar. İnanılması gereken hususlara iman etmek bu sınıfa girer.
2. Hukukullah ile hukuku’l-ibad’ın birlikte bulunduğu durumlar. Zekât, sadaka, kefaretler, kurban, hediyeler, vasiyetler, vakıf… gibi hususlar da bu sınıfa girer. Zira bu gibi hususlarda bir yönden Allah Tealâ’ya yakınlık amacı, bir yönden de kulların menfaati söz konusudur.
3. Allah Tealâ’nın , Rasulü s.a.v.’in ve diğer bütün mükelleflerin hukukunun bir arada bulunduğu durumlar. Mesela her üç hukuku bir arada ifade etmesi dolayısıyla ezan böyledir. Ezanda Allah Tealâ’nın hakkı, tekbir cümlelerinin söylenmesi ve O’nun birliğine şahitlik edilmesidir. Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in hakkı, O’nun peygamberliğine şahitik edilmesidir. Diğer kulların hakkı ise, namaz vaktinin girdiğinin kendilerine bildirilmesi ve cemaate çağırılmalarıdır. ( Kavâidu’l-Ahkâm, s. 129)
———————————————————————————————————————————————-
DİCLE KENARINDAKİ KOYUNDAN SORUMLU OLMAK
İnanan insan, kanuna karşı gelmemek, cezaya çarptırılmamak için başkalarının hakkına riayet ediyor değildir. Böyle olamaz, olmamalıdır. Onun gözettiği Hak rızasıdır; dolayısıyla Hak’tan gelen her şey hürmete, sevgiye layıktır.
Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, kul hakkı konusundaki sorumluluklarımızı, toplumsal hayattaki rollerimiz bakımından şöyle ifade buyuruyor:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sorumluluğunuz altında bulunanlardan mes’ulsünüz. Devlet yöneticisi bir çobandır ve sorumluluğu altında bulunanlardan mes’uldür. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sorumluluğu altında bulunanlardan mes’uldür. Kadın, kocasının evinde çobandır ve sorumluluğu altında bulunan hususlardan mes’uldür. Hizmetçi, efendisinin malından mes’uldür.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî)
Evrensel hassasiyet
Bu hadisin başındaki genel ifadeden yola çıkan ulema, sorumluluğunu üstlendiği hiç kimsesi olmayan, yani tek başına yaşayan kimsenin bile sorumlulukları bulunduğunu belirterek şöyle demiştir:
Böyle kimse de, kendi âzâları üzerine çobandır. Söz, fiil ve itikat olarak ilâhi emir ve yasaklara riayet bağlamında insanın organları, yetenekleri ve hatta duyguları, kişinin sorumluluğunu taşıdığı sürüsü hükmündedir.
Safahat şairi Akif, müslümanın sorumluluğu altında bulunanlara karşı hassasiyetini, adalet timsali Hz. Ömer r.a.’ın dilinden şöyle aktarır:
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aparsa bir koyunu,
Gelir adl-i ilâhi sorar Ömer’den onu.”
Bu hassasiyet, müminin, sadece diğer müminleri değil, aynı zamanda bütün insanları ve hatta bütün canlıları kuşatan ve imandan gelen merhametinin ifadesidir. Ulema, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” (Buharî, Müslim, Tirmizî) hadisini şerh ederken, bu noktaya parmak basarak şöyle demiştir:
“Bu hadiste, bütün mahlukata karşı merhametli olmaya teşvik vardır. Dolayısıyla mümin-kâfir, hür-köle bütün insanlar, hatta hayvanlar bu rivayetin kapsamındadır.”
İnsan hakları mı, kul hakkı mı?
Tam bu noktada, konumuzla yakından ilgisi dolayısıyla “insan hakları” kavramı ile “kul hakkı” kavramı arasında bir karşılaştırma yapmanın faydalı olacağına inanıyoruz.
Bilindiği gibi insan hakları kavramı, yakın sayılabilecek bir geçmişte, Batı’da ortaya çıkmıştır. Ancak bu kavramın ortaya çıkışı durup dururken olmamıştır. Batılı, yüzyıllar süren bir vahşet ve dehşet süreci yaşamış, bu süreçte güçlü güçsüzü devamlı surette ezmiştir. Çocuklar son derece ağır işlerde acımasızca çalıştırılmış, kadınlar kimi zaman şeytan oldukları gerekçesiyle toplum dışına sürülmüş, kimi zaman mal gibi alınıp satılmış, fakirlere adeta hayat hakkı tanınmamıştır. “İnsan insanın kurdudur” sözü Batılılar’a aittir ve yaşamak için başkalarının hakkına tecavüz etmeyi kanun haline getirmenin ifadesidir.
Böyle bir geçmişten gelen Batılılar, sonunda çareyi, birbirlerinin hakkına tecavüz etmemeyi, uyulması zorunlu bir yasa olarak kabul etmek zorunda kalmış ve “insan hakları” kavramı buradan doğmuştur. Bu kavramın tabiatında, gönülsüz, mecburi bir kabulleniş vardır. Zira Batılı şöyle düşünür: Eğer ben başkalarının hakkına tecavüzden uzak durursam, başkalarının da benim haklarıma tecavüz etmemesini beklemeyi hak etmiş olurum.
Bize ait olan “kul hakkı” kavramında ise, başkalarının hakkına gönülden riayet vardır, merhamet ve şefkat vardır. Yunus’un dilinde “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” şeklinde ifade bulan gerçek, mahlukatın haklarına riayetin, kanunların icbar ettiği bir zorunluluk olduğu için değil, Yüce Yaratıcı’yı sevmenin ifadesi olduğu için benimsendiğini anlatır.
Affedilmeyen günah
Mümini diğer insanlardan ayıran en önemli özelliklerden birisinin, mahlukata karşı merhamet göstermesi olduğunu gördük. Bunun tersi durumda mümin kul için en büyük bela da, bu dünyadan üzerinde kul hakkı bulunduğu halde ayrılmaktır. Zira bilir ki, Cenab-ı Hakk’ın, kendisi için yapılması gereken ibadetlerin ihmalinden olan günahları bağışlanması samimi bir tevbe ile mümkündür. Ancak kul hakkına tecavüzden kaynaklanan günahların bağışlanmasını, hak sahibinin helallığının alınmasına bağlamıştır.
“Ey kavmimiz, dediler, Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun” (Ahkâf, 31) ayetinin tefsirinde şöyle derler:
Burada Allah Tealâ’nın, günahlardan “bir kısmını” bağışlayacağı belirtilmiştir. Bağışlanacak olan günahlar, Allah hakkıyla ilgili olanlardır. Kul hakkından doğan günahlar ise, hak sahibinin rızası ve helalığı alınmadıkça bağışlanmayacaktır.
Ebu Hureyre r.a.’ın rivayet ettiğine göre Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bir keresinde, “Müflis (iflas etmiş) kişi kimdir bilir misiniz?” diye sorar. Sahabe, “Bizim aramızda müflis, parası ve eşyası olmayan kimsedir” diye karşılık verince şöyle buyurur:
“Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât (gibi ibadetlerin sevabıyla), ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; ötekinin malını yemiş; berikinin kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelir. (Mahkeme-i kübrada , hakkına girdiği kişilerin) her birine onun hesenatından (iyiliklerinden) verilir. Şayet davası bitmeden hesenatı biterse, onların (hak sahiplerinin) günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenir ve sonra da (günahkâr bir kimse olarak) cehenneme atılır. İşte asıl müflis kişi budur.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Kul hakkına riayetin temeli
Böyle muazzam bir sevgi ve şefkat toplumunun oluşması, öncelikle müminlerin birbirleri hakkında gözetmeleri gereken bazı hassasiyetlerden geçmektedir. Alemlerin Efendisi s.a.v.: “Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selamını almak, aksırdığında ‘yerhamükellah’ (Allah sana merhamet etsin) demek, davetine icabet etmek, hastalandığında ziyaretine gitmek ve cenazesinin ardından gitmek” (Müslim) buyururken, müminin mümine göstermesi gereken yakınlık ve hassasiyetin zirvesini işaret ediyordu. Zira müminlerin birbirleri üzerinde daha önemli hakları bulunduğunu bildiren birçok ayet ve hadis bulunduğunu biliyoruz.
Konuyla ilgili bir rivayet şöyledir:
“Birbirinize haset etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmasın! Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez. –Üç defa kalbine işaret ederek– Takva şuradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır.” (Müslim)
Bu hadis-i şerif bize, kul hakkının sadece mala, bedene veya herhangi bir menfaate karşı tecavüzde bulunmaktan ibaret olmadığını ihtar etmektedir. Bu gibi durumlarda, karşı taraf kendisine yapılan haksızlığın farkında olduğu için, hakkını arama ve gerekirse kanun gücü marifetiyle hakkını geri alma imkanı vardır. Ancak gıybet, dedikodu, kıskançlık, haset, kin gütme, kötü zanda bulunma gibi karşı tarafın çoğu zaman haberdar olamadığı gizli durumlar da birer kul hakkıdır ve karşılıksız kalmaları mümkün değildir. Bu gizlilik Allâmu’l-Guyub (gizlileri bilen) ve kullarının her halinden haberdar bulunan Yüce Allah tarafından mahkeme-i kübrada açığa çıkarılacak ve hak sahibine hakkı iade edilecektir.
Bütün bunlar, doğrudan kul hakkına taalluk eden hususlardır ve bunlara riayet edilmediği zaman ilâhi affa mazhariyet şansı olmayacaktır. Zira “Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas alınacaktır.” (Müslim)
Kul hakkının tevbesi
Bilinmelidir ki, kul haklarının ihlalinde aynı zamanda Allah hakkının ihlali de söz konusudur. Çünkü Yüce Allah zulüm ve haksızlığı yasaklamıştır. Dolayısıyla başkasına herhangi bir şekilde zulüm ve haksızlık yapan kimse, hem bu konudaki ilâhi emirlere riayetsizlik etmiş hem de kul hakkına girmiş olur.
Bu itibarla kul hakkının affı için öncelikle pişmanlık duyarak tevbe etmeli, bolca iyilik yapmalıdır. Kötülüklere karşı iyilik, gasbettiği mala karşılık helal malından tasadduk , gıybet ve dedikoduya karşılık hakkına girdiği kişiyi methetmek ve bildiği iyiliklerini söylemek gerekir.
Bunlar yalnızca bu konudaki Allah hakkıyla ilgili olarak yapılması gerekenlerdir. Kul hakları ise yerinde durmaktadır. Bunlar yerine iade edilmedikçe yukarıda saydığımız ameller de makbul olmayacaktır.
Kul hakkıyla ilgili olarak yapılması gerekenleri ise şöyle ifade edebiliriz: Karşı tarafa ne türlü bir haksızlık yapılmışsa, dinimizin hükümleri doğrultusunda hak sahibinin hakkı derhal ödenmelidir.
Gıybet, su-i zan, haset gibi maddi bir karşılığı olmayan hak ihlallerinde ise, hak sahibine durum açıklanarak helallık istenmelidir. Hak sahibinden helallık alındıktan sonra da samimi bir şekilde tevbe ederek, bu kötülükleri silecek iyilikler yapılmalıdır.
İmam-ı Gazalî k.s. şöyle der: “Son zerresine kadar kendisini hesaba çekmeli ve bunu hesaba çekileceği kıyamet gününden önce yapmalıdır. Dünyada kendisini hesaba çekmeyenin ahirette muhasebesi zor ve uzun olur. Kişi, zann-ı galip ve içtihad ile ömrü boyunca zimmetine geçirdiklerini ve hak sahiplerini teker teker tesbit ettikten sonra, diyar diyar dolaşarak da olsa bunları bulur, haklarını öder veya kendileri ile helalleşir. Ancak bu çeşit tevbe tüccar ve benzerleri için zordur. Çünkü bunların muamelede bunduğu şahıslar çok ve dağınık olduğu için, onların her birini veya vereselerini bulamayabilirler. Fakat mümkün olan her çareye baş vurmalıdırlar. Şayet aciz kalırlarsa, zulümleri ve zimmete geçirdikleri haklar nisbetinde iyilik yapmaya çalışmalıdırlar. Çünkü ahirette kendi sevapları yetişmezse, hak sahiplerinin günahları kendilerine yüklenecek ve böylece başkalarının günahları ile kendileri helâk olacaktır.
Zimmete geçirilen hakların ödenme şekli budur. Kişi, ömrü müsait olduğu takdirde, yaptığı kötülükler kadar iyilik etmelidir. Bu, hesap edebildiklerindedir. Ya edemedikleri?! Ya ömrünün vefa edip etmeyeceği?! İşte bunların hiç biri belli değildir. Bunun için bir an önce faaliyete geçmelidir …” (İhya)
———————————————————————————————————————————————-
BİR SÖZÜ MÜ SAKLAYAMADIN?
Tabiun’un büyüklerinden Hasan-ı Basrî k.s.’ye birisi gelerek şöyle dedi:
– Falan kişi senin hakkında kötü şeyler söylüyor. Bunun üzerine aralarında şu konuşma geçti:
– Sen onu nerede gördün?
– Evinde misafirdim.
– Misafirlikte ne yedin?
– Şunları şunları yedim.
– Ey nâmert adam! Bu kadar yemeği karnında sakladın da bir sözü mü saklayamadın? Eğer doğru söylüyorsan benim onunla dört işim vardır: Dilimle ondan şikâyet etmem, kalbimden ona kin tutmam, dünyada ve ahirette ona hasım olmam, hak talep etmem. Onunla cennete girmek isterim. Şimdi kalk, getirdiğini geri götür. Söz getiren, söz götürücü olur. Ben hakkımı helal ettim; sen de git ondan helalık al.” (Riyâdu’n-Nâsihîn)
———————————————————————————————————————————————-
HAKKI OLAN GELSİN
Osmanlı’nın ihtişam ve izzetini yüzyıllar ötesinden terennüm eden Süleymaniye camii ve külliyesinin inşaatı tamamlanmıştır. Adına yapılan bu eşsiz eserin açılışı için, Batılılar’ın “Muhteşem Süleyman” dediği Kanunî, Süleymaniye inşaatında çalışan herkesin toplanmasını ferman eder; kendilerine hitaben bir konuşma yapacaktır.
Ertesi gün cami avlusunda toplanan kalabalığa hitap etmek üzere, maiyetindekilerle birlikte gelir, bütün mehabetiyle camiin merdivenlerini adımlar ve kalabalığa döner. Besmele, hamdele , salvele, ecdadına ve bütün geçmişlere gönderdiği Fatiha’dan sonra şunları söyler:
– Ey din kardeşlerim, can kardeşlerim!.. Görürüz ki bu cami-i şerif tamamlanmıştır. Ona emeği geçenlerin cümlesinden Kadir Mevlâm razı olsun. Hemen söyleyeyim; bu camiin inşaatında çalışıp da hakkını alamamış yahut az almış kimse varsa, gelip bizden alsın.
Kalabalıktan herhangi bir ses çıkmayınca şöyle devam eder:
– Olabilir ki, hakkını alamamış birisi vardır ve şu anda aranızda değildir. Burada olanlara ahdimdir: Gelmeyenlere söyleyeler; onlar da gelip haklarını bizden alalar.
Semerkand Dergisi – Mart 2004