Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her halükârda tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.
Günümüzde Ümmet-i Muhammed olarak yaşadığımız en önemli problemlerden birisi, küresel hale getirilmiş Batılı hayat tarzı ve düşünme biçimi karşısında nasıl hareket edeceğimizi bilemeyişimizdir.
Bu çerçevede yapılması gereken şey, dayatmalar karşısında küresel sisteme adapte olarak müslüman kalmanın yollarını aramak mıdır? Bu soruya “evet” cevabı verdiğimizde hareket tarzımızı ve alanımızı, doğrularımızı ve yanlışlarımızı küresel sistemin belirlemesine evet demiş olacağız.
Evet, ahir zamanda yaşadığımız bu hali, bir “geçici arıza durumu” olarak tespit edip, problemlere bu anlayış doğrultusunda cevap üretmeye çalışmak bir çözüm yolu olarak görülebilir. Ancak bir yandan bu yapılırken diğer yandan da yaşadığımız arıza durumunun düzeltilmesine çalışmak, bunu “nihaî hedef” olarak daima göz önünde tutmak bu işin olmazsa olmazıdır. Aksi halde bir süre sonra hayatımızı kolaylaştıran ruhsatlar, “hafifletilmiş” hükümler, “seyreltilmiş” mükellefiyetler alışkanlık yapar, istisnalar kaide haline dönüşür. Sonunda “geçici durum” söylemli bir kalıcılık oluşur ve biz de onun keyfini sürmeye başlarız! Bu, yaşadığımız arıza durumunun meşrulaştırılması demektir ki, “fitne” kelimesi en çok böyle durumları anlatıyor olsa
gerektir.
Kolaylaştırılmış Fıkıh anlayışının bir diğer önemli tehlikesi de, kaynaklarımızı ve tarihimizi değerlendirmede yol açacağı arızalardır. Azınlık Fıkhı (Fıkhu’l-Ekalliyât) üzerine yazdığı kitapta Yusuf el-Karadâvî’nin ortaya koyduğu şu tespit bunun en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur:
“Sahabe, kolaylaştırma anlayışı bakımından Tabiûn’dan daha ileridedir. Tabiûn da kendilerinden sonra gelenlere göre daha “kolaylıkçı”dır. Bu durum daha sonraki kuşaklarda böylece devam eder. Her sonra gelen kuşak bir öncekine göre daha “ihtiyatçı”dır. Bu tavır kuşaktan kuşağa birikerek gelmiş ve sonunda Efendimiz s.a.v.’in kaldırmak üzere gönderildiği ağır yüklere ve zincirlere benzer bir hal almıştır.” (Fıkhu’l-Ekalliyâti’l-Müslime, s. 48-49)
el-Karadâvî’nin, Efendimiz s.a.v.’in nasıl kolaylaştırma taraftarı olduğunu ortaya koymak amacıyla zikrettiği örneklerin istisnasız tümü Fıkıh kaynaklarında “ma’mûlun bih” (kendileriyle amel edilen) hükümler olarak zaten yerlerini almışken, her yeni gelen kuşağın İslâm’ı “ihtiyata riayet” adı altında zorlaştırdığını söylemenin nasıl bir dayanağı olduğu merak konusudur.
Mezheplerden Kurtulmak
Çağdaş müftüleri, mezheplerin dar çerçevesinden kurtulup daha serbest davranmaya, özellikle de Sahabe’nin alimlerinin görüşlerini esas almaya davet eden kolaylaştırma taraftarlarının bunu söylerken neyi amaçladıklarına dikkat etmek durumundayız. Burada, kendisini mezheplerin üzerinde gören bir tavır bulunduğunu tesbit etmek zor değil.
Fıkhî hükümleri yenilemek, yani “ıslah” ve “tecdid” adı altında “reform” yapmak isteyenlerin önündeki en büyük engel mezheplerdir. Yaşadığımız hayatı İslâmlaştırmaya çalışmak yerine, yaşadığımız hayata İslâm’dan onay aramak peşinde olanlar gayet iyi biliyorlar ki, insanımız mezheplere sıkı sıkıya bağlanmayı sürdürdükçe bunu yapmaları mümkün olmayacak.
Fıkhî hükümleri yenilemek adına hareket edenlerin “çağın problemlerine çözüm aramak” başlığı altında ortaya koyduğu hassasiyetlere katılmamak mümkün değil. Ama bu durum bizi, adeta bir panik havası içinde nerede ne bulursak almak gibi bir garabete de itmemeli.
Mezhepler Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi en doğru biçimde anlamanın yegane yolu olduğu için, tarih boyunca ortaya çıkmış büyük alimlerden hiçbirisi kendisini mezheplerden azade görmemiş, böyle bir tavrı aklından bile geçirmemiştir. İmam Gazzâlî, Takiyyüddîn Sübkî, İbn Dakîk el-Iyd, Kemalüddîn İbnu’l-Hümâm ve daha yüzlerce alim, içtihat yapabilecek seviyede oldukları halde “ben mezhepleri tanımıyorum” gibi bir tavır içinde asla olmamıştır. Tam aksine, bu büyük alimler uhrevî sorumluluk duygusu içinde hareket ederek mevcut yapıyı zedeleme anlamına gelecek her türlü davranıştan şiddetle uzak durmuşlardır.
Modern dönem müslümanlarının belki de en temel problemi şu: İçinde bulunduğumuz duruma nasıl geldiğimiz, niçin bu şartlarda yaşamak zorunda olduğumuz, dünyanın gidişatını tayin etme, ya da en azından etkileme konumuna gelebilmek için global ölçekte neler yapmamız gerektiği… gibi meselelere kafa yormak yerine, hasbelkader yaşamakta olduğumuz durumu Din’e onaylatarak rahatlamanın yollarını arıyoruz.
Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her halükârda tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.
Teslimiyet Ruhu
Dünyanın globalleştiğini, küçük bir köy haline geldiğini, artık bu köyde kimsenin tercih kullanma hakkının bulunmadığını söyleyenler, aslında dünyaya vaziyet eden global tuğyanın dayatmalarının Din gibi algılanmasını istiyor. Müslümanlar da bu durumu, “gerçekleri görmek” adına kabulleniyor, hatta mutlaklaştırıyor ve giderek hayatını Din’e göre değil, global enformasyon merkezlerinin ürettiği kavramlara göre tanzim etmenin peşine düşüyor.
“Nahve Fıkhin Cedîd li’l-Ekalliyyât” adlı kitabında Prof. Dr. Cemalüddin Atiyye Muhammed’in ortaya koyduğu yaklaşım, bu tespitlerin canlı bir örneğini oluşturuyor. Prof. Muhammed, toplumların ve bireylerin “dinî taassup”tan kurtulması gerektiğine vurgu yapıyor!!!
Hatta iş burada da kalmıyor, gelip “dinlerin birliği” meselesine dayanıyor. Kur’an ayetleri devreye sokuluyor. Önce Ehl-i Kitap’la başlayan “kardeşliğimiz”, Sabiîler’i de içine alarak genişliyor ve en sonunda, aynı Yaratıcı tarafından var edilen muhtelif dinlere mensup “insanlık ailesi” fotoğrafı önümüze konuyor! Artık burada söylenecek söz kalmıyor tabii.
Bu anlayış açısından baktığımızda aslında gayrimüslim ülkelerde yaşayan müslüman azınlıkların gayrimüslimlerle bir arada yaşaması “arızî” değil, olduğu gibi kabul edilmesi gereken bir durum. Yahudi ve hıristiyanlarla dinî yakınlaşmanın ve “aramızdaki ortak noktalar”ı öne çıkartmanın gereğine vurgu yapan Yusuf el-Karadâvî, dinsizlik cereyanına karşı, bir dine inananlarla birlikte hareket edilmesini öneriyor. Sanki müslümanların kanını dökenler, ülkeler işgal edip sömürenler, dünyayı ve uzayı kirletenler başkalarıymış gibi!
Kolaylaştırmanın Metodu ve Amacı
Gayrimüslim ülkelerde yaşayan ve İslâm’ı sonradan kabul eden insanların durumu konusunda belli kolaylıkların gösterilmesi normal bir durum. Özellikle İslâm’a kısa bir süre önce girmiş olanların, bu yeni kimliklerini tam anlamıyla benimseyip içselleştirene kadar kimi hususlarda intibak problemi yaşamasını da tabii karşılamak gerekir.
Ancak ne bu durum, ne de oralara göçmen olarak gitmiş bulunan müslümanlar, yaşadıkları ortamı ve şartları İslâmîleştirmenin yollarını bulma hedefinden vazgeçmemelidir. Unutmayalım ki yaşadığımız topraklara İslâmiyet, yaşadığı yeri dönüştürme azmindeki büyük insanlar, gazi dervişler eliyle kök saldı.
Dikkat edilmesi gereken husus şu ki, gayrimüslim memleketlerde yaşayan müslümanların fıkhî problemlerini çözme çalışmaları, sadece onlara “kolaylık sağlama” anlayışıyla yapılırsa, bir süre sonra “olanı meşru kabul etmek” gibi bir tehlike gündeme gelecektir.
Öte yandan İslâm dininin kolaylaştırıcı bir özelliğe sahip olduğunu söyleyenlerin, bu iddiaya delil olarak ileriye sürdüğü örneklere yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Gerçekten de bir “değişim” var; ama bu değişimin yönünün mutlak anlamda “kolaylaştırma”ya dönük olduğunu söylemek hayli zor.
Ömer b. Abdilazîz rh.a.’in Medine emiriyken baktığı davalarda tek şahit ve davalının yemin etmesiyle yetinerek hüküm verdiği halde, bilahare Şam’da tek kişinin şahitliğini yeterli görmemesi ve iki şahit istemesi “değişim”e örnek olarak gösterilir.
Bir diğer örnek İmam Ebu Hanîfe’nin, mestûr’un (zahiren adalet sahibi olarak görünmekle birlikte bu vasfı güvenilir kimseler tarafından tescil edilmemiş, ama güvenilmez olduğu da söylenmemiş kişi) şahitliğini kabul etmesi, buna mukabil, iki talebesi İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed’in, şahitlik yapacak kimseler için adalet sahibi olduklarının –bir anlamda– belgelenmesini şart koşması bir diğer örnektir.
Görüldüğü gibi zaman değiştikçe ve insanların hali bozuldukça yapılması gereken, özellikle kul hukukunu ilgilendiren hususlarda ihtiyatı elden bırakmamaktır. Yukarıdaki örnekler de bunu açıkça göstermektedir.
Müslüman Kadın Yabancı Erkek
Meselenin bir diğer önemli boyutunu da, gayrimüslim ülkelerde azınlık durumunda yaşayan müslümanların gayrimüslimlerle ilişkisi oluşturuyor. Kolaylık taraftarları, gayrimüslim ülkede yaşayan ve kendisi gibi gayrimüslim bir erkekle evli bulunan bir kadının müslüman olması halinde eşinden ayrılıp ayrılmaması meselesinde ilginç bir tavır takınıyor. Onlara göre kadın, gayrimüslim kocasından ayrılmak zorunda değildir; dilerse kocasının yanında kalma hakkına sahiptir. Ancak aralarında eşler arasında cereyan eden muaşeret olmamalıdır.
Daha da önemlisi, müslüman bir kadının dilerse gayrimüslim bir erkekle evlenebileceğini, din farkının nikâh akdine engel olmadığını söylemeleridir ki, tarihte bu tarz bir hüküm veren veya bunu onaylayan bir tek İslâm alimi bilmiyoruz.
Burada “kolaylaştırma” ilkesine riayetle varılan bir sonuç var. Ancak bu sonucun Kur’an’dan, Sünnet’ten veya diğer kaynaklardan bir delile dayanıp dayanmadığına bakan yok. Yahudiler ve hıristiyanlar da Tevrat ve İncil’i buna benzer anlayışlarla tahrif etmediler mi?
Kolaylık Dini
İslâm kolaylık dinidir. Kur’an’da, “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 185) buyurulmuştur. Efendimiz s.a.v. de kabilelere gönderdiği görevlilere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Buharî, Müslim) buyurmuştur. Kendisi de iki şıktan birisini seçmek durumunda kaldığı zaman kolay olanı seçmeyi bir tavır olarak benimsemiştir.
Yukarıdaki satırlar Din tasavvurunu “kolaylık” ilkesi üzerine bina edenlerin ağzından sıklıkla duyduğumuz tespitleri yansıtmaktadır. Din tasavvurunun merkezine “kolaylık” ilkesini bir kere yerleştirdikten sonra, bizi dara düşüreceğini, sıkıntıya uğratacağını, hayat tarzımızı ve alışkanlıklarımızı etkileyeceğini düşündüğümüz hemen her olayı bu zeminde çözüme kavuşturmak hayli kolay oluyor.
Denebilir ki: “İyi ama ‘kolaylaştırmak’ Usul ve Fıkıh zemininde de ulemanın bir ilke olarak benimsediği bir husus değil midir?” Mecelle’de yer alan “Meşakkat teysiri celb eder” (Zorluk ve sıkıntı durumunda kolaylık gösterilir) (Madde 17) ve “Bir iş dıyk oldukta müttesi’ olur” (Bir işte zorluk ve sıkıntı mevcut olduğunda ruhsat ve kolaylık gösterilir) (Madde 18) kaideleri de bu durumu ifade etmiyor mu?
Evet, öyledir. Ama burada şu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız: Ulemamızın benimseyip işlettiği, Kur’an ve Sünnet’te emredilmiş olan “kolaylaştırma” ilkesi, mevcut ahkâmı kolayımıza gelen yeni hükümlerle değiştirmek anlamına gelmiyor. Efendimiz s.a.v.’in benimseyip uyguladığı ve bize de uygulamamızı tavsiye ettiği şey bu değil.
Yukarıda meali zikredilen ayeti örnek olarak ele alabiliriz: Mezkûr ayetin baş tarafında Ramazan orucu ile ilgili hükümler yer alıyor ve Yüce Allah, hasta veya yolcu olanların Ramazan orucunu başka zaman tutabileceklerini beyan buyuruyor.
Bu ayetin getirdiği “kolaylık” budur. Aynı örnek üzerinden gidersek günümüzde istismar edilen “kolaylık” ilkesinin burada şöyle bir fonksiyon üstlendiğini görüyoruz: Ramazan ayı özellikle yaz mevsiminde çok uzun günlere denk geliyor. Bu uzun günlerde oruç tutmak kendisine meşakkatli gelenler, orucu başka zamanlara –mesela günlerin kısaldığı kış aylarına– erteleyebilirler.
Kurban ibadetini yerine getirmek için kan dökmektense, kurban bedelini yoksula tasadduk etmenin daha uygun olacağı ya da izdiham dolayısıyla haccın sınırlı günlerde eda edilen bir ibadet olmaktan çıkartılıp bütün seneye yayılması, ya da günümüzde faizsiz ekonomi düşünülemeyeceği gerekçesiyle ve faizsiz ekonomi seçeneği üzerinde ısrar etmenin müslümanları zora soktuğu gerekçesiyle faizi meşru kabul etme talebi hep bu bakış açısının ürünü olarak dolaşımdadır.
Ruhsat Müslümanlığı
Aradaki fark oldukça net. Ulemanın ortaya koyduğu örnekler de göstermektedir ki, “kolaylık” ilkesi, mevcut ahkâm içinden, telfike gitmemek (aynı konudaki birbirine zıt hükümlerle aynı anda amel etmemek) ve daimi surette ruhsatların peşine düşmemek kaydıyla bize çıkış yolu sağlayan hükmün alınması şeklinde iş görmelidir. Yoksa mevcut ahkâmı lağvederek, sırf bize kolay geldiği için yeni hükümler ihdas etmek, Kur’an ve Sünnet’in çizdiği serbestlik sınırları içinde değildir.
Ulemanın devamlı surette ruhsatların peşine düşmeyi kişinin dindarlığındaki bir zaafın göstergesi olarak kabul etmesi anlamsız değildir. Dünyayı ahiret merkezli yaşadığının ve nefs mücahedesinde doğru yolda olduğunun bir göstergesi olarak sürekli azimetle amel eden insan tipi neredeyse kayboldu. Yerini sürekli olarak –adeta pazarlık edercesine– ruhsatları araştıran bir insan tipi türedi.
Dinin ulema sınıfı tarafından zorlaştırıldığı iddiasıyla kolay olanı arayan, bu çerçevede “ruhsat” karakterli mevcut hükümlerle yetinmeyip, yeni hükümler ihdasının ardına düşen bu zihniyet, bir süre sonra “Her şey insan içindir, din de..” noktasına gelebiliyor.
Dünyanın, küçük bir köy haline geldiğini, artık kimsenin tercih kullanma hakkının bulunmadığını söyleyenler, aslında dünyadaki global tuğyanın dayatmalarının Din gibi algılanmasını istiyor.
Zaman değiştikçe ve insanların hali bozuldukça yapılması gereken, özellikle kul hukukunu ilgilendiren hususlarda ihtiyatı elden bırakmamaktır.
Semerkand Dergisi – Nisan 2008