Batı dünyasında ağırlıklı olarak 18. yüzyıldan itibaren kendisini hissettirmeye başlayan ve son iki yüzyılda akıl almaz bir hızla gelişerek bugün gelinen noktada küresel egemenliğini pekiştirmiş bulunan modern bilim ve teknoloji hareketi İslam dünyasının kelimenin tam anlamıyla “aklını başından aldı.” Müslüman aydınlarda bir “kimlik krizi” tarzında ortaya çıkan “öykünmeci” tavır, adına İslam Modernizmi’ni dediğimiz hareketin ateşleyicisi oldu ki, bu hareket bir cümleyle “yanlış teşhise yanlış tedavi” olarak özetlenebilir.
Batı’lı “beyaz adam”ın, insanın ve tabiatın sömürülmesi temeline oturttuğu modern medeniyeti sorgulamak ve bu medeniyetin insanlığa nelere malolduğunu soruşturmak yerine, “Alınız ilmini Garb’ın, alınız tekniğini…” anlayışıyla eklektizm kolaycılığını tercih etti. Hatta bununla da yetinmeyerek, İslam dünyasının “geriliğinin” suçlusunu baştan ilan etti: “Geleneksel” İslam!
İslam kültür ve medeniyetinin inşa edici unsurlarına kadar uzanan bu “redci” tavır, kaçınılmaz olarak “din anlayışının gözden geçirilmesi” noktasına gelip dayanacaktı ve dayandı da. Mantık son derece basitti: “Madem ki çağdaş Batı medeniyeti şu anda üstün durumdadır, o halde doğrudur. Bu da bizim yanlış olduğumuz anlamına gelir.”
Oysa sorulması gereken soru şu olmalıydı: çağdaş Batı medeniyetinin şu anda üstün durumda olması ile onun “doğru” olduğu varsayımı arasında bir lazım-melzum ilişkisi bulunduğunu kabul etmek doğru mudur? Durmadan ilerleme, gelişme ve büyüme anlayışı üzerine kurulmuş olması hasebiyle sürekli sömürü olgusunu da kaçınılmaz olarak beraberinde getiren çağdaş Batı medeniyetinin, ekolojik dengeden toplumsal ve bireysel hayata kadar kirletmediği, tahrip etmediği ve çürütmediği hiçbir alan söz konusu değilken, böyle bir medeniyete ait değerleri mutlaklaştırarak “doğru” bir din anlayışına varmak mümkün müdür?
Batı’nın, ekonomik, kültürel, siyasal, askerî ve ideolojik üstünlüğünü muhafaza etmek ve pekiştirmek için diğer kültür ve medeniyet havzaları ve bu arada İslam coğrafyası üzerinde uygulamaya koyduğu çok yönlü “yabancılaştırma” projesi, kim ne derse desin İslam Modernistleri’nin temel hamlesine karakterini veren son derece önemli lojistik destekler sağlamıştır.
Batı’da Modernizm, her türlü kutsaldan arındırılarak “azade kılınmış” seküler/profan birey anlayışı üzerine inşa edilirken, aslında kendisini dinlerin alternatifi olarak
Batı’lı Oryantalistler’in İslamoloji alanındaki çalışmalarının, İslam Modernistleri’nin İslam kültür ve ilim mirasına yönelttikleri tenkitlere, onları “belirleme” boyutunda katkılar sağladığını kim inkâr edebilir? İslam Modernistleri’nin bütün marifeti, Oryantalistler’in çalışmalarını tercüme ederek “uyarlamak”tan ibarettir dense yeridir.
Farklı İslam anlayışı
Bu faaliyetler, sonunda “farklı bir İslam” anlayışı ile Din’i yeniden tanımlama noktasına gelip dayandı. İşin garip tarafı şu ki, benim “Yerli Müsteşrikler” dediğim İslam Modernistleri’nin “değişim talebi”ni dillendirmek dışında uyumlu bir koro oluşturduğunu söylemek mümkün değil. †lkemizde İslam Modernizmi’nin temsilcisi durumunda bulunan zevatın İslamî “problemler” konusunda sergiledikleri son derece renkli manzara bunun en bariz göstergesi.
Protestanlığın kurucusu Luther’in, Hristiyanlar’ı İncil ile buluşturma hareketini andırır biçimde Müslümanlar’ı Kur’an ile buluşturma iddiasındaki bu insanların şu ana kadar Kur’an’ı “okuma” biçimi konusunda nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiği noktasında bile ortak ve makul bir tavır geliştirememiş olması ilginç değil midir? Hatta belki bundan önce sorulması gereken soru şudur: Bu insanların, Kur’an’ın “doğru” anlaşılması için geliştirdikleri bir yöntem mevcut mudur?
Tarihsel süreç içinde takarrur etmiş bulunan “Dört Mezhep” anlayışına tahammül edemeyenlerin, Kur’an’ı (daha doğrusu Kur’an mealini) okuyan insan sayısınca mezhep oluşmasına önayaklık etmesinden daha garip bir durum olmasa gerek.
Bir de bu çizginin temsilcilerinin, artık tv. ekranlarına bile yansıyan seviyesiz “sen-ben kavgası” var ki, sağduyu sahiplerini gülmekle ağlamak arasında eni-konu tereddüte sevkediyor.
Yaşar Nuri Öztürk Vakıası
İslam Modernizmi’nin ülkemizdeki “en gözde” (yoksa “en popüler” mi demeliydim) temsilcisi Yaşar Nuri Öztürk’ün bu bağlamda önemli bir yer işgal ettiğinde kuşku yok.
“Tek bağlayıcı din kaynağı Kur’an’dır” sloganıyla gündem tutan Öztürk, yeri geldiğinde hadislerden ve İslam ulemasından “azami ölçüde” istifadeyi ihmal etmezken, yeri geldiğinde Sünnet’i din kaynağı olarak görmenin “şirk” olduğunu söylemekten ve 1400 yıllık İslamî müktesebatı “şirket dini”, “uydurulmuş din”… gibi tanımlamalarla yaftalamaktan da geri durmamaktadır.
Söz gelimi “anadilde ibadet” tartışmasında İmam Ebû Hanîfe’nin “sonradan rücu ettiği nakledilen” görüşü niçin önemlidir de, diğer Fıkhî tartışmalarda onun esamesi bile okunmaz? Yahut “Tecdid hadisi” niçin sahihtir de “Mehdi hadisleri” uydurmadır. Veya peygamberliğini ilan eden Reşat Halife rahmetle yad edilmeyi hak ederken (bkz. “Kur’an’daki İslam”, 91) hayatlarını murad-ı ilahîyi yakalamaya ve Sünnet-i Nebevî’yi muhafaza ve nakletmeye vakfetmiş ilim ve edep timsali alimleri tebcile “ecdadperestlik” demenin mantığı nedir?
Acemi sürücü gibi önüne çıkan herşeye toslayarak ilerleyen Öztürk’ün, kendisini (hatta sadece kendisini değil, İslam’la alakası olmayan “bilim” adamlarını da) “Nezîr” ilan etmesi, Kur’an’a ne kadar vakıf (!) olduğunu gösteren ilgi çekici bir örnek olarak önümüzde durmaktadır.
Önemine ve şimdiye kadar üzerinde “Kur’an merkezli olarak” durulmamış olmasına binaen bu iddiayı mercek altına almak istiyorum izninizle.
Mehdi, Nezir, Müceddit
17 Ağustos depremini fırsat bilerek o günlerin sıcak gündemine uygun bir şekilde yazdıklarında kendisine yüklediği fonksiyon dolayısıyla Öztürk’ü Mehdilik iddiasıyla suçlayanlar oldu; ancak o, ısrarla “Mehdi” inancına ve kavramına karşı olduğunu vurgulayarak, kendisinin “Mehdi” değil, “Uyarıcı” olduğunu söyledi. Bunu da Kur’an’daki “uyarıcılık” (inzâr) kavramından hareketle yaptığını ekledi. Üstelik “uyarıcılık” vasfının sadece kendi yaptığı iş dolayısıyla kendi zatıyla sınırlı olmadığını, aksine toplumu her hangi bir konuda uyaran ve yönlendiren herkesin birer uyarıcı olduğunu belirtti.
Bu mesele hakkında okuyucunun dikkatini aşağıdaki hususlara çekmek yeterli olacaktır:
1- Yaşar Nuri Öztürk, kendisinin doktora tezi olan Kuşadalı İbrahim Halvetî’nin iki mektubundan ve ölüm tarihinden hareketle, Kuşadalı’nın işaret ettiği kişinin kendisi olduğunu “ima” etmektedir. Ancak burada bir yanlışlık söz konusu. Zira Kuşadalı’nın “işaretleri” bağlamında ondan 100 yıl sonra gelecek kişinin kendisi olduğunu ima ederken, “Müceddit (veya Tecdit) hadisi” diye bilinen hadise gönderme yapmaktadır.
İmdi, Kuşadalı’nın ölüm tarihi 1845’tir. Şu halde ondan sonra gelecek olan “müceddit”in ölüm tarihinin 1945 olarak düşünülmesi gerekir ki, iki müceddit arasındaki süre konusunda hadiste bildirilen 100 yıl gerçekleşmiş olsun. Oysa Yaşar Nuri Öztürk’ün söz gelişi 40 yaşında “uyarıcılığa” başladığını düşünürsek, Kuşadalı’nın ölüm tarihi ile Yaşar Nuri Öztürk’ün bu göreve başlaması arasında 140 sene bulunmaktadır. Şu halde, hadiste belirtilen süreye nazaran burada neredeyse yarım asra yaklaşan bir “sekme” söz konusudur.
2- Yaşar Nuri Öztürk Mehdi inancını ve kavramını kabul etmediğini söylemektedir. Oysa Kuşadalı’nın, işaret ettiği kişi hakkında Mehdilik vasfını kullandığı görülmektedir. Bu da Öztürk’ün, iddiasını Kuşadalı’nın işaretine dayandırmasıyla çelişmektedir.
3- Yaşar Nuri Öztürk kendisine “uyarıcı” demektedir. Bunun Kur’anî karşılığı olarak da “Nezîr” kelimesini kullanmaktadır.
Oysa bu kelime Kur’an’da “kesinlikle”, evet “kesinlikle” peygamberler dışında her hangi bir beşer için kullanılmış değildir.
Bu kelimenin “Nezîr” şeklinde sıfat olarak kullanıldığı ayetlerde dikkat çeken bir diğer nokta da, bunların Allah Teala tarafından “gönderildiklerinin” ve “vahiy aldıklarının” vurgulanmış olmasıdır. (Bkz. 25/el-Furkân, 51; 34/Sebe’, 34; 38/Sâd, 70.)
Öte yandan bu kelime Kur’an hakkında da kullanılmışken, yani bizzat Kur’an, kendisinin “Nezîr” olduğunu vurgulamışken (bkz. 41/Fussılet, 4), belirttiğimiz gibi peygamberler dışında hiçbir beşer için bu sıfat kullanılmamıştır.
Şayet Yaşar Nuri Öztürk bu kelime yerine, aynı kökten gelen “Münzir” kelimesini kullanmış olsaydı, buna Kur’an’daki kullanımlar bağlamında bir itiraz ileri sürülemeyebilirdi. Zira Kur’an bu sıfatı sadece peygamberlere tahsis ederek kullanmamaktadır. Bu da Yaşar Nuri Öztürk’ün Kur’an’a ne kadar “vakıf” (!) olduğunu göstermektedir.
Beşer nev’i içinde sadece peygamberler hakkında kullanılan bu kelime, bir diğer ayette de ilgi çekici biçimde Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz hakkında kullanılmakta ve O’nun, “bütün insanlık” için bir “Nezîr” olduğu vurgulanmaktadır. (Bkz. 34/Sebe’, 28.)
Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v)’e mahsus olan bu “evrensel nezirlik” vasfını O’ndan başka her hangi bir beşerin, Kur’an’ı referans göstererek kullanmasının “istismar” olacağı kanaatindeyiz.
“Nezir” kavramının türediği “inzâr” kelimesi Kur’an’da “dinde fakih olanlar” için de kullanılmıştır:
Savaş temasının işlendiği bir bağlamda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde fıkıh [derinlemesine bilgi] sahibi olmak ve kavimleri (savaştan) döndüğünde onları uyarmak [inzâr etmek] için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (9/et-Tevbe, 122.)
Bu ayette geçen “inzâr” kelimesi ileri sürülerek, onunla aynı kökten gelen “Nezîr” kavramının, “uyarıcılık” görevi yapan herkes hakkında kullanılabileceği ilk bakışta iddia edilebilir gibi görünse de, “Nezîr” kelimesinin bir “sıfat” olmasının, ona bir “hususiyet” kazandırdığı unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu şekliyle bu kelime, Kur’an’da kim/ler hakkında kullanılmışsa sadece o/nlar hakkında kullanılmalı, kullanım alanı bu şekilde sınırlandırılmalıdır.
Söz gelimi “Rahîm” kelimesi Allah Teala’nın kendi yüce zatına mahsus bir sıfattır. Her ne kadar Kur’an’da Mü’minler hakkında “ruhamâu beynehum”: “kendi aralarında merhametlidirler” (48/el-Feth, 29) buyuruluyor ise de, tıpkı “ruhamâ” kelimesi gibi “r-h-m” kökünden gelen “Rahîm” kelimesi başka bir varlık için kullanılamaz. Zira kelimenin sahip olduğu vurguyu (ki “sıfat-ı müşebbehe” ve “ism-i tafdil” kalıplarına mahsustur) hak eden başka her hangi bir varlık tasavvur olunamaz.
Üstelik buradaki gaflet ve dikkatsizliğin bir başka boyutu daha var. Kur’an, her ümmetin bir “uyarıcısı” olduğunu ifade ederken, sadece peygamberler hakkında kullanıldığını belirttiğimiz “Nezîr” kelimesini kullanmıştır. (35/el-Fâtır, 24.)
Şu halde her hangi bir dönemde ve üstelik sadece kendi kavmine değil, tıpkı Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında kullandığı “bütün insanlar için uyarıcılık (Nezîr)” olma vasfını (bir anlamda “gasbederek”) “bütün insanlık için Nezîr” olduğunu iddia eden bir kimse, farkında olarak veya olmayarak peygamberlere mahsus bir sıfatı, yine onlara mahsus evrensel bir kapsayıcılık çerçevesinde kendisi için kullanmış olmakta, yani “bir anlamda” peygamberlik kurumunu gündeme getirmektedir.
Bu tavır eğer bilgisizlikten kaynaklanıyorsa “vehamet”, bilerek yapılıyorsa “cinayet”tir!
4- Yaşar Nuri Öztürk, işbu “Nezîr” kelimesini sadece kendisi hakkında kullanmakla yetinse, yaptığı hatanın telafisi “bir ölçüde” mümkün olabilirdi. Ancak o, daha da ileriye giderek bu İslamî kavramı, (gerek ilgi alanı, gerekse inanç olarak) İslam’la her hangi bir ilgisi olmayan kesim ve kimseler için de gündeme getirmekle, hata üstüne hata yapmış, yanlışını katmerli hale getirmiştir.
İster bir din, ister medeniyet, isterse her hangi bir ideoloji olsun, bir “sistem”in hayatiyetine son vermenin en kestirme ve emin yolu, onun kendine mahsus kavramlarıyla oynamak, onların içini boşaltmaktır. Bunu yaptığınız anda o sistemin temelini dinamitlemiş ve yıkılmasını garantilemiş olursunuz.
Bu durum kuşkusuz İslam için de böyledir. Hatta vahyin son ve ekmel kalesi olan İslam hakkında bunu yapmak, ilahî irade ile fütursuzca oynamak anlamına geleceği için sorumluluğu daha da ağırdır.
İslam Modernistleri’nin –tabii bu meyanda Öztürk’ün de– yaptığı şey tam olarak budur.
İslam Modernistleri’nin ironik macerasının encamı nereye varır bilinmez; ama şunu çok iyi biliyoruz ki, 200 yıldan fazla bir süre içinde yaptıkları en iyi şey, tahrip ve tahrif olmuştur.
Eğitim Bilim Dergisi – Şubat 2001