“Gaybı ancak Allah bilir.” hükmüne rağmen, yarın ne olacağını bilme merakımız bir türlü dinmedi.
Allah’ın, gaybî bilgilerden dilediği kadarını yine dilediği kullarına bildirebileceği ilkesi de bu konunun yumuşak karnı oldu.
Belki bu yüzden gayb konusuna son noktayı koyma imkanımız olmadı, olamayacak.
İhtimal, bu da ilâhi imtihanımızın bir unsuru.
Gelecekten ve gayb aleminden bize gerekli olan bilgileri peygamberler bildirdi.
Daha fazlası için girişilen arayışları, yolları, yöntemleri anlamak ve değerlendirmek, ancak ilâhi vahyin ışığı altında mümkün.
Zaten o ışıkla aydınlanmamış hangi yol, hangi yöntem selamete çıkarabilir ki…
İnancı zayıf veya inançtan tamamen uzak insanlar arasında pek çok ortak özellikten söz edilebilir. Bu özelliklerden birinin de, “geleceği bilme arzusu” olduğunda şüphe yok.
Gelecek tehlike ve olumsuzluklar karşısında kendisini güvenceye almak, toplum nezdinde ayrıcalıklı bir konum elde etmek, başkaları üzerinde hakimiyet kurmak, böylece kendisinin ve başkalarının kaderini belirlemek maksadıyla, hatta sırf merakını tatmin etmek gayesiyle bu türlü bilgilere ulaşmayı hep bir ayrıcalık olarak görür bu tür insanlar. Teslimiyet, rıza, muhabbet… vb. eksikliğinden kaynaklanan bir “şuur eksikliği ya da yokluğu” durumudur bu.
Öte yandan bu amaca ulaşmak için başvurulan değişik yol ve yöntemlerin çoğu zaman toplum tarafından birbirine karıştırıldığı, bu meselede neyin hakikat ve neyin hurafe/asılsız olduğunun çok iyi ayırt edilemediği de bir başka gerçek.
Semerkand’ın bir önceki sayısında ele aldığımız büyü, sihir, tılsım… gibi hususlarla ilişkili bulunan fal, kehanet, astroloji, cifir, burçlar gibi başlıkların ne ifade ettiğini bu yazımızda ayrı ayrı ele alacağız. Böylece bu konulardaki sahih bilgileri ortaya koyarak meselenin bir bütün halinde anlaşılmasını temine çalışacağız.
Fal ve Kehanet
Arapça’da, “uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge” anlamına gelen fal kelimesi, Batı dillerinde genellikle “Gelecekten haber verme” anlamında kullanılır. Dilimizdeki kullanımının da bu anlamda olduğu görülüyor. Aşağıda göreceğimiz çeşitli yöntem ve şekillerde yapılan “falcılık”, gelecekten haber verme iddiasıyla icra edilir. Arapça’da “kâhin” veya “arrâf” gibi kelimelerle anlatılan kimselerin yaptığı da bundan başka bir şey değildir.
Eski kavimlerin alışkanlığı
Ülkemizde çoğunlukla el falı, kâğıt (iskambil) falı, kahve falı, yıldız falı… gibi çeşitleri ile yürütülen falcılık, çok eski çağlardan beri çeşitli din ve kültürlerde izine rastlanan bir faaliyettir. Geçmişinin milattan önce 4000 yıllarına kadar uzandığını gösteren belgeler, Mısır, Çin, Babil ve Kalde’de falcılık yapıldığını ortaya koymaktadır. En eski falcılık örneklerinin Mezopotamya’da bulunduğu tahmin edilmektedir. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 12/135)
Gelecekten veya bizim için “gayb” olan herhangi bir meseleden haber verme işini cinler vasıtasıyla yürütme tarzının ilk örneklerinin yahudilerde görüldüğünü biliyoruz. Müfessirlerin rivayet ettiğine göre şeytanlar gök kapılarına kadar çıkar, orada meleklerin, dünyadaki ölüm, kayıp vb. hususlardaki konuşmalarına kulak verir, ezberledikleri sözleri yeryüzündeki kâhinlere aktarırlardı. Kâhinler de (kehânet, falcılık gibi isimler altında) bunları insanlara haber verir, insanlar da gerçekten o haberlerin vaki olduğunu görürdü. Şeytanlar, kâhinler nezdinde belli bir itimat ve güven sağlayınca, bir süre sonra yalan söylemeye, doğru habere yalan karıştırmaya başladılar. Öyle ki, bir doğru sözün yanına yetmiş yalan söz koyup kâhinlere söylüyorlardı.
Bir peygamberin mücadelesi
Derken, bazı kimseler bunları yazıp kaydetmeye başladı. Zaman içinde bu yazılanlar vesilesiyle cinlerin gaybı bildikleri söylentisi İsrailoğulları arasında yayıldı. Hz. Süleyman a.s. bunun üzerine dört bir yana adamlar göndererek bu kitapları toplattı; bir sandığın içine koydu ve tahtının altına gömdü. Sonra da “Kim şeytanların gaybı bildiğini söylerse, boynunu vururum!” diye ilan etti.
Hz. Süleyman a.s. hayatta olduğu sürece o sandığın yanına yaklaşamayan şeytanlar, o ve onun emrini uygulayan alimler vefat edip bu dünyadan ayrılınca, şeytanlar insanları kandırarak tahtın altını kazdırdılar ve sandığı çıkarıp, içindeki kitapları göstererek; “Süleyman insanları, şeytanları, kuşları işte bunlarla kontrol altında tutuyordu!” dediler. Böylece insanlar arasında Hz. Süleyman a.s’ın büyücü olduğu söylentisi yayıldı.
İşte, “Ve onlar, şeytanların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Oysa Süleyman asla küfre düşmedi. Sadece şeytanlar küfre düştüler.” (Bakara, 102) ayetinde anlatılan durum budur. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/134 vd.)
Cinler Neyi Bilir?
Kur’an’da cinlerin ağzından şöyle dedikleri haber verilir:
“Doğrusu biz (cinler) göğü yokladık; fakat onu, kuvvetli (ve şiddetli) bekçilerle ve alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Oysa biz (daha önce) onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetle(yip izle)yen bir alev huzmesi buluyor. Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murad edildi, yoksa Rabbleri onlara bir hayır mı diledi.” (Cin, 8-10)
Gaybı bilmezler
Bu ayet açık bir şekilde gösteriyor ki, cinler gaybı bilen varlıklar değildir. Onlar bir zaman göğün belli yerlerinde meleklerin yeryüzünde olup biten hadiselerle ilgili konuşmalarını dinleme imkanı bulmuşlardır. Ancak daha sonra bu imkan onların elinden alınmıştır.
Bu durum başka ayetlerde de şöyle ifade buyurulur:
“Doğrusu biz dünya göğünü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Ve onu inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i Âlâ’yı dinleyemezler. Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azap vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir sözü kapan olursa, onu da delip geçen alevli yıldızlar takip eder.” (Sâffat, 6-10)
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.” (Mülk, 5)
“Andolsun ki biz gökte burçlar yaptık ve onları bakanlar için donattık. Ve onları, kovulmuş her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, apaçık görülen bir ateş onu kovalar.” (Hicr, 16-18)
Bütün bu ayet-i kerimeler açıkça bildiriyor ki, cinler kendiliklerinden gaybı bilemezler. Onlardan bir kısmı göğün bazı yerlerinde gizlenerek meleklerin konuşmalarını dinler, sonra da gelip bu dinlediklerini, bire yüz katarak yeryüzündeki dostları olan kâhinlere, falcılara aktarırlardı.
Bilgi hırsızlığı ve ateş topu
Ancak, Cin Suresi’nden yukarıda aktardığımız ayetlerde de açıkça haber verildiği gibi, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in peygamberliği ve Kur’an’ın nüzulü ile birlikte cinlerin bu imkanı da kalmamıştır. Artık onlardan her kim bir kulak hırsızlığı yapmak için göğün kapılarına yaklaşacak olsa, delip geçici bir alev topu tarafından takip ve helâk edilir.
İbn Abbas r.a.’ın haber verdiğine göre, Efendimiz s.a.v. bir gece ashabıyla oturmuş sohbet ediyordu. O sırada bir yıldız kaydı ve aydınlık saçtı. Efendimiz s.a.v. böyle bir olay cahiliye döneminde vuku bulduğunda ne dediklerini orada bulunanlara sordu. Onlar bu durumu, büyük bir kimsenin doğumuna veya ölümüne işaret saydıklarını söylediler. Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:
“Yıldız, ne bir kimsenin ölümü, ne de doğumu için kayar. Ancak Rabbimiz Tebareke ve Tealâ bir konuda hüküm verince, Arş’ı taşıyan melekler tesbih ederler. Sonra onların altında bulunan gök ehli tesbih eder. Nihayet bu tesbih bizim dünyamıza kadar ulaşır. Sonra Arş’ı taşıyan meleklerin altında bulunan gök ehli, haberin ne olduğunu soruşturarak Arş’ı taşıyan meleklere, ‘Rabbimiz ne buyurdu?’ derler. Onlar da bu hükmü kendilerine haber verirler. Her gök ehli diğer (daha aşağıdaki) gök ehline durumu bildirir. Nihayet haber dünya göğünde bulunanlara kadar ulaşır. Cinler bu haberi kulak hırsızlığı yaparak çalarlar da, bunun üzerine kovalanırlar. Onların bu şekilde getirdikleri haber haktır. Ancak kendileri değişiklik yapıp artırma-eksiltmede bulunurlar.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Bu hadis-i şerif, yukarıda mealini sunduğumuz Hicr Suresi 16’ncı ayetinde geçen “apaçık görülen bir ateş” ifadesinin ne anlama geldiğini de açıklamaktadır.
Cinler için bir dönemin sonu
İmam Ahmed b. Hanbel tarafından nakledildiği halde yukarıdaki tercümeye almadığımız bir inceliği, üzerinde ayrıca durmak için burada zikredelim:
Rivayeti aktaran râvilerden Ma’mer, Zührî’ye, “Cahiliye döneminde de böyle yıldız kayar mıymış?” diye sorduğunda, “Evet, ancak Rasulullah s.a.v. peygamber olarak gönderilince bu daha çok kuvvetlendirildi.” cevabını verir.
Zührî’nin bu cevabı, Sahabe’den gelen rivayetlere dayanmaktadır ve son derece yerindedir. (Bu rivayetlerin topluca zikri için bkz. Kurtubî Tefsiri, 19/14)
Nitekim Müslim, Tirmizî ve Nesâî’nin yer verdiği bir rivayette Abdullah b. Abbas r.a. şöyle demiştir:
“Rasulullah s.a.v. (Mekke döneminde) ashabından bir cemaatle Ukaz panayırına gitmek üzere yola çıkmış. O tarihlerde (cinnî) şeytanlar gökten haber almaktan men edilmiş, üzerlerine gök taşları atılmış, bunun üzerine şeytanlar kavimlerinin yanına dönmüşler. Kavimleri onlara, ‘Size ne oldu?’ diye sorunca, ‘Gökten haber almaktan men edildik. Üzerimize gök taşları gönderildi.’ diye cevap vermişler. Kavimleri, ‘Bu, mutlaka yeni zuhur etmiş bir şeyden olacak. Hemen yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşarak bakın bakalım, gökten haber almanıza mani olan şu hadise nedir?’ demişler. Bunun üzerine şeytanlar yeryüzünün doğusunu-batısını dolaşmışlar. Tihâme tarafına giden şeytan grubu, Ukaz panayırına gitmekte olan Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Nahle denen yerde ashabına sabah namazını kıldırırken O’nun yanına uğramış. (Rasulullah s.a.v. Efendimiz’in okuduğu) Kur’an’ı işitince kendi aralarında, ‘Gökten haber almamıza mani olan işte budur!’ diye konuşmuşlar. Sonra da kavimlerine dönerek, ‘Ey kavmimiz! Biz, doğru yolu gösteren şaşılacak bir kıraat dinledik ve ona iman ettik. Bundan sonra Rabbimize asla hiçbir şeyi ortak koşmayacağız.’ demişler.”
Eğer bilselerdi…
Bu rivayet açıkça gösteriyor ki, cinlerin bütün marifeti, göğün bazı yerlerine gizlenerek meleklerin konuşmalarına kulak hırsızlığı yapmaktan ibaretti. Ancak Efendimiz s.a.v.’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra bu kapı da onlara kapatılmıştır.
Dolayısıyla cinlerin gaybı bilen varlıklar olduğunu, kendilerinin de cinlerle irtibat kurarak gelecekten haber verdiklerini söyleyen kimseleri tasdik etmenin İslamî bir temeli, dayanağı yoktur.
Kur’an’da Hz. Süleyman a.s.’dan bahseden ayetlerde şöyle buyurulur:
“Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman, ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (kurt) fark ettirdi. (Süleyman) yere düşünce ortaya çıktı ki, eğer onlar gaybı bilselerdi, alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” (Sebe’, 14)
Tefsir kaynaklarında bu ayetin tefsiri sadedinde çeşitli şeyler nakledilmiştir. Özeti şudur: Hz. Süleyman a.s. eceli gelip de vefat ettikten sonra aradan uzun bir süre geçmişti. Emrinde çalıştırdığı cinler ve insanlar, onun asasını yiyen bir kurt sayesinde vefat ettiğini anladılar. Dayandığı asayı kurdun kemirmesi üzerine desteksiz kalan cansız bedeni yere düştü. Bunun üzerine onun uzun bir süre önce vefat ettiği anlaşıldı.” (Bkz. İbn Kesîr, 3/529 vd.)
Kehaneti Tasdik Etmek
Falcıların her sözünün yalan/yanlış olmadığı, söyledikleri sözlerin ve verdikleri haberlerin bir kısmının gerçek çıktığı tecrübe ile sabit iken, acaba dinimizin bizi onların söylediklerini tasdik etmekten men etmesinin hikmeti ne olabilir?
Hz. Aişe r.anha validemiz şöyle diyor:
“Bazı kimseler Rasulullah s.a.v. Efendimiz’e gelerek kâhinler hakkında soru sordular. Rasulullah s.a.v.:
– Onlar hiçbir şey değildir, buyurdu.
Soruyu soranlar:
– Ey Allah’ın Rasulü! Onlar bazen bize bir şey söylüyor ve söyledikleri doğru çıkıyor, deyince şöyle buyurdu:
– O söz (kâhinin) cinden (öğrendiklerinden)dir. Cin onu (gökten) kapar da, tavuğun gıdaklaması gibi dostunun (kâhinin) kulağına gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar.” (Müslim)
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Yukarıda, Efendimiz s.a.v.’in bi’setiyle birlikte cinlerin gök kapılarından dinledikleri haberleri yeryüzündeki dostlarına (kâhinlere) aktarma imkanından mahrum kılındıkları belirtilmişti. Oysa bu rivayette kâhinlerin bazı şeyleri gerçek olarak söyleyebilecekleri zikredilmektedir. Burada bir çelişki yok mudur?
Biraz şeytan işi, biraz maharet
Bu sorunun cevabını ulema çeşitli şekillerde vermiştir ki, bunları üç madde halinde toparlayabiliriz:
1. Efendimiz s.a.v.’in bi’setinden sonra gök kapılarını dinlemek cinler için eskisi kadar kolay olmadığından, cinlerden birisi ender de olsa orada konuşulanlardan kırık-dökük bazı şeyler kapabilir. Ancak hemen kendisini izleyen alev huzmesi sebebiyle, zaten tamamını dinleyemediği sözü, bir diğer cine, bir o kadar daha eksik aktarır. Allah bilir, kâhinin kulağına –Efendimiz s.a.v.’in tabiriyle– “tavuk gıdaklaması” gibi aktarılan şey işte bu bölük-pörçük sözdür. Ki, aşağıdaki maddelerde zikredeceğimiz hususlar da işin içine katılınca, kâhinin söylediği bazen gerçeğe isabet edebilir.
2. Cinin kâhine haber verdiği husus, insanların genellikle bilgi sahibi olamadığı veya hadisenin yakınında olanlar bilebilirken, uzağındakilere gizli kalan hususlardan olabilir. Çalıntı bir eşyanın yerinin söylenmesi bu türdendir.
3. Hüner sahibi kâhinler genellikle keskin zekâlı, bilgi ve tecrübe sahibi kimseler olduklarından, bazen kendilerine getirilen problemler konusunda zan, tahmin veya akıl yürütme yoluyla da doğruya isabet edebilirler. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 10/217)
Sağlam imanı bozmamak için…
Geniş halk kesimleri genellikle bu inceliklerin farkında olamayacağı için, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz falcıya ve kâhine itibar ederek giden ve onların söylediklerini tasdik eden kimselerin kırk gün namazlarının kabul edilmeyeceğini, bunların Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmiş sayılacaklarını ve cennete giremeyeceklerini haber vermiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, İbn Mace)
Bu sebeple Ehl-i Sünnet’in itikat kitaplarında, kâhinlerin ve falcıların söylediklerinin tasdik edilmemesi bir itikat ilkesi olarak zikredilmiştir. (Mesela bkz. el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Abdülganî el-Meydânî şerhi, s. 141)
Uğur ve Uğursuzluk Var mı?
Söz buraya gelmişken, halk arasında çok rastlanan uğur/uğursuzluk meselesinin hakikati üzerinde da bir nebze durmamız yerinde olacak.
Arapça’da “tefe’ül” veya “fe’lul-hasen” tabiri, dilimizdeki “hayra yorma” tabirinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bunun karşıtı ise “tıyere” veya “teşe’üm” tabirleridir ki, “uğursuz sayma” anlamındadır.
Bir cahiliye adeti
Gerek tefe’ül gerekse teşe’üm, bir olayın veya gelişmenin, ileride ortaya çıkacak bazı durumlar hakkında işaretler taşıdığı düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Cahiliye döneminde kuşların adları, sesleri ve uçuşlarından uğursuz anlamlar çıkarmanın da, çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerli uğurlu saymanın da Efendimiz s.a.v. tarafından yasaklandığını görüyoruz. (Ebu Davud)
Yine Efendimiz s.a.v.’in, baykuşta ve yıldız batmasında uğursuzluk bulunmadığını, esasen “uğursuzluk” diye bir şeyin olmadığını vurguladığını ilgili rivayetlerden öğreniyoruz. (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî)
Halk arasında arabanın önünden tavşan geçmesi, evin bacasına baykuş konması, haftanın belli günlerinde yolculuğa çıkmak, merdiven altından geçmek, göz seğirmesi… gibi şeylerin uğursuzluk alameti sayılması ya da kapının üstüne at nalı çakmak, tavşan tırnağı taşımak gibi şeylerin uğur getireceğine inanılması bâtıl inanç ve hurafe olup, yukarıdaki rivayette örnek olarak zikredilen hususlar çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Hayra yormak başka
Bununla birlikte Efendimiz s.a.v.’in, bazı gelişmeleri hayra yorduğu, bazı durumlardan hayırlı neticeler çıkmasını umduğunu da yine sahih rivayetler kanalıyla biliyoruz.
Söz gelimi bir keresinde bir devenin sütünün sağılması gerekiyordu. Efendimiz s.a.v., bu işi kimin yapmak istediğini sordu. Orada bulunanlardan birisi ayağa kalktı; Efendimiz s.a.v. ona adını sordu. Adam “Mürre” dedi. Efendimiz s.a.v. ona yerine oturmasını söyledi ve sorusunu tekrarladı. Bir başkası kalktı. Efendimiz s.a.v. ona da ismini sordu, o da “Harb” diye cevap verince ona da oturmasını buyurdu. Üçüncüde isminin “Ya’îş” olduğunu söyleyen birisi kalkınca Efendimiz s.a.v. deveyi onun sağmasını istedi. (Muvatta)
Burada dikkat çeken husus, deveyi sağmak için ilk önce ayağa kalkan kişinin adının “acı” kelimesinden türemiş olması, ikincisinin adının ise “savaş” olmasıdır. Deveyi sağmasına müsaade edilen sahabînin adı ise “yaşamak” kelimesinden türemiştir. Efendimiz s.a.v. bir keresinde tefe’ülü sevdiğini ifade buyurunca, yanında bulunanlar “tefe’ül”ün ne olduğunu sordular; “Güzel kelimedir.” buyurdu. (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel vd.)
İsim güzel olsun, iş güzel olsun
Az yukarıda zikrettiğimiz rivayet üzerinde dururken, İbn Abdilberr şu inceliğe dikkatimizi çekiyor: Burada Efendimiz s.a.v., ilk iki sahabînin adında uğursuzluk bulunduğuna inandığı için değil, fakat üçüncü sahabînin adında bir güzellik bulduğu (tefe’ül) için böyle davranmıştır.
Gerçekten de Efendimiz s.a.v., güzel isimleri sever ve bunların hayra vesile olacağını söylerdi. Bu sebeple şöyle buyurmuştur:
“İsimlerin en hayırlısı Abdullah, Abdurrahman, Hâris ve Hemmâm’dır. (İlk ikisi bellidir) Hâris dünyası (evi, evlad-u ıyali) için çalışır, kazanır. Hemmâm ise hayır düşünür, hayır umar. İsimlerin şerlileri ise Harb ve Mürre’dir.” (et-Temhîd, 24/72)
Efendimiz s.a.v. herhangi bir şeyde uğursuzluk bulunduğunu düşünmezdi. Bir kimseye adını sorup da, karşılığında güzel bir anlam ifade eden bir isim söylendiğinde mübarek yüzü aydınlanırdı. Olumsuz bir anlam ifade eden bir kelime söylendiğinde ise, bundan hoşlanmadığı belli olurdu. Aynı şey, yer, mevki isimleri konusunda da vaki idi.
Hayra vesile saymak da hayırdır
Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç şudur: Uğur veya uğursuzluk diye bir şey yoktur. Dolayısıyla bazı eşyaların, zaman dilimlerinin, sayıların vs. uğur veya uğursuzluk getirdiğine inanmak doğru değildir.
Buna mukabil, bir şeyi hayra yormak, güzel bir söz, isim vb. duyduğunda bunun hayra vesile olacağını düşünmek meşrudur, güzeldir. Efendimiz s.a.v.’in, bazı ipucu ve işaretlere dayanarak gelecek hakkında iyimser tahmin ve yorumlarda bulunması bunu açıkça göstermektedir.
Nevevî ve İbn Hacer’in de isabetle belirttiği gibi, tefe’ülün şartı, hayra vesile olacağı umulan şeyin maksatlı olarak ve bir anlamda zorla yapılması değil, tevafuk eseri vuku bulmasıdır. (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/229, 231)
Yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin ve aynı muhtevadaki diğerlerinin ortak noktası, Efendimiz s.a.v.’in, özellikle güzel anlamlı isimlerle tefe’ül’de bulunduğunu anlatmalarıdır. Bu demektir ki Efendimiz s.a.v., anlamında hayır, kolaylık, bereket… bulunan isimlerle tefe’ülde bulunmuş, bunları iyimserlik ve işin hayırla neticelenmesi için tevafuk olarak değerlendirmiştir.
Uğurlu gün, uğurlu sayı hurafesi
Bunun bir şeyi “uğurlu veya uğursuz saymak” ile bir ilgisi yoktur. Zira mesela halk arasında dolaşan “Benim uğurlu sayım 3’tür, 11’dir…” veya “Benim uğurlu günüm Çarşamba, uğurlu rengim mordur.” gibi inanç ve kanaatler yanlıştır, çünkü uğurlu olduğu söylenen bu sayı, gün veya renklerde herhangi bir özellik bulunmaz. “Neden bunlar uğurludur?” diye bir soru sorsak, karşılığında hiçbir makul cevap alamayacağımız açıktır.
Buna mukabil Efendimiz s.a.v.’in tefe’ülünün, güzel, hayırlı anlamları olan kelimeler üzerine bina edildiğini yukarıda görmüştük. Nitekim “Tıyere’nin (uğursuzluk) aslı yoktur. Onun en iyisi faldır.” buyurmuş, “Fal nedir?” sorusuna da “Sizden birinin işittiği güzel sözdür.” (Buharî) buyurmuştur ki, bu durum, yukarıdan beri yaptığımız açıklamayı son derece veciz bir şekilde özetlemektedir.
Sahabe’den Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in (Allah ikisinden de razı olsun) onar oğlu vardı. Hz. Talha r.a. oğullarının her birine bir peygamberin, Hz. Zübeyr r.a. ise kendi oğullarının her birine bir şehidin ismini koymuştu. Hz. Talha r.a., peygamberlerin şehitlerden üstün olduğu gerekçesiyle Hz. Zübeyr r.a.’e takıldı. Hz. Zübeyr r.a. ona şöyle karşılık verdi: “Ben çocuklarımın her birinin şehit olmasını umabilirim; ama sen çocuklarından hiçbirisinin peygamber olmasını umamazsın!” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/246)
Astroloji ve Burçlar
Yıldızların konum ve hareketlerinin belli bir işaret sistemi oluşturduğuna ve bu sistem sayesinde gelecek, şimdiki durum ve geçmişe dair bilgi elde etmenin mümkün olduğuna inananların iştigal sahası olarak Astroloji, Arapça’da “İlm-i Ahkâm-ı Nücum” veya “Tencim” olarak adlandırılır.
Gökten gelecek tahmini
İlm-i Ahkâm-ı Nücum’u, “Tabii Astroloji” ve “Ahkâm Astrolojisi” olmak üzere iki ana disipline ayırmak mümkündür. Tabii Astroloji, feleklerin (gök küre) atmosfer ve yeryüzündeki dört unsura dayalı fizikî nesne ve olaylar üzerine yaptığı tesirleri inceler. Bunlardan hareketle geleceğe dair tahmin ve kehanetlerde bulunur.
Ahkâm astrolojisi ise, gök cisimlerinin insan kaderi üzerinde etkili olduğu inancıyla gelecek hakkında kehanetlerde bulunur.
Günümüzde astroloji dendiğinde halk arasında genellikle Ahkâm Astrolojisi anlaşılır. Bir insanın doğumu sırasında veya bir olay meydana geldiğinde astrolog/müneccim yıldızların konumuna bakar, bunu bir şema üzerinde belirler; sabit ve hareketli yıldızların yerleri arasındaki ilişkileri tesbit ederek gelecek hakkında tahminlerde bulunur.
Burç nedir?
Astroloji ile yakından ilgili bir diğer konu da “Burçlar”dır. Güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörüngenin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızdan her biri bir burcu teşkil eder. Gökteki sabit yıldızlar küresinin ve özellikle burçlar kuşağındaki farazî şekillerin milattan önce 3 binli yıllardan beri bilindiği tahmin edilmektedir. (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 6/422)
Güneşin takip ettiği düşünülen yörüngenin daire şeklinde olduğu var sayıldığında, 360 derecelik bu dairenin 30’ar derecelik 12 bölüme ayrılması sonucunda burçlar, güneşin burca girdiği tarih itibariyle şu şekilde sıralanmaktadır: Koç burcu (21 Mart), Boğa burcu (20 Nisan), İkizler burcu (21 Mayıs), Yengeç burcu (22 Haziran), Aslan burcu (23 Temmuz), Başak burcu (23 Ağustos), Terazi burcu (23 Eylül), Akrep burcu (22 Ekim), Yay burcu (22 Kasım), Oğlak burcu (22 Aralık), Kova burcu (20 Ocak) ve Balık burcu (19 Şubat).
Eşref saati ve burca göre insan grupları
Güneş, ay ve diğer gezegenler farklı süreler içinde doğudan batıya doğru süren kendi tabii yörüngeleri içinde burçları dolaşırlar. Her yıldızın bir hanesi, bir burcu vardır. Gezegenler burada belli bir süre bulunur, bu sırada o burcun etkisi altında kalırlar. Yıldızların, ait oldukları burçta bulundukları bu vakte “şeref vakti” veya sadece “şeref” denir. Dilimizde de yerleşmiş bulunan “eşref saati” tabiri buradan doğmuştur.
Güneşin dairevî yörüngesi içine bir kare ve dört üçgen şekli çizildiğinde, 12 burcun yerini tayin eden 12 nokta belirtilmiş olmaktadır. Dolayısıyla burçlar, bir daire içinde hem üçgen hem de kare ilişkisi içinde bulunurlar. Böylece mesela birinci üçgen Koç, Aslan ve Yay burçlarını gruplandırır. Bu burçların ortak tabiatı, kuruluk ve sıcaklık keyfiyeti, ateş unsuru ve tabiata mensup oluşlarıyla karakterize edilir. İkinci üçgenin gruplandırdığı Boğa, Başak ve Oğlak burçlarının ortak özelliği ise toprak unsuruna mensup, soğuk, kuru ve güneye ait oluşlarıdır. Öteki üçgenler için de benzeri gruplandırmalar söz konusudur.
Burçların bu şekilde dört üçgenle belli özelliklere sahip 4 ana gruba ayrılmasının yanı sıra, bir burcun üçte birinin veya yarısının bile kendilerine göre etkileri bulunduğu iddia edilir. Öte yandan burçların kendi aralarında olduğu kadar, güneş ay ve diğer 5 gezegenle olan münasebetleri de astrologlar tarafından önemsenir.
Burçların etkisine inanınca
Burçların insan üzerinde etkisi bulunduğuna inanmak, burç ve yıldız gibi gök cisimlerine müstakil bir kudret nisbet edilmesine ve giderek onlara tapmaya kadar varan inanışlara götürdüğü için, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan son derece tehlikeli hususlardır.
Bu inanışların geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları yaygın bir şekilde etkisi altına aldığı görülmektedir. Bu sebeple tarih boyunca ulema bu konuda oldukça hassas davranmış ve konunun imanla irtibatlı tehlikeli boyutlarına dikkat çekerek halkı uyarmıştır.
Yağmurlu bir gecenin ardından Efendimiz s.a.v. sabah namazını kıldırdıktan sonra, “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Sahabe, Allah ve Rasulü bilir.” dediler. Şöyle buyurdu:
“Allah buyurdu ki: Kullarımdan bazısı mümin, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim, ‘Allah’ın fazl u rahmetiyle yağmura kavuştuk.’ dediyse işte o bana iman etmiş, yıldızı reddetmiştir. Kim de ‘Filan ve falan yıldızın nev’i sebebiyle yağmura kavuştuk.’ dedi ise, o da beni reddetmiş, yıldıza iman etmiştir.” (Buharî, Müslim)
Burada geçen “yıldızın nev’i” ifadesi, eski kavimlerden beri bilinen astronomik olaylarla meteorolojik olaylar arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Arapça’da “nev” kelimesi, ayın yörüngesinde deveran ederken uğradığı menzillerde kalış süresini ifade etmektedir. Bu sürelerin başlangıç ve bitimi, birtakım tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin meydana geliş zamanı olarak tecrübe ile tesbit edilmiştir. (İbn Âsım, Kitabu’l-Envâ’, s. 32 vd.)
Tabiat olayları-gök cisimleri ilişkisi
Yıldızların ve gezegenlerin hareketleriyle ilgili olarak kadim zamanlardan beri bilinen bu hususlar, zaman içinde bazı kavimlerde, tabiat olaylarını gök cisimlerinin hareketlerine bağlama inancını doğurmuştur. Efendimiz s.a.v.’in dikkat çektiği nokta da burasıdır.
Gök cisimleri, kendilerine hakim kılınan kozmik yasaya uygun şekilde hareket eden varlıklardır. Tabiat olaylarının ve meteorolojik hadiselerin bunlarla bağlantısı da yine ilahî kozmik yasanın bir gereğidir. Hal böyleyken yağmuru veya başka herhangi bir tabiat olayını gezegenlerin hareketlerine bağlamak, “Müsebbibu’l-Esbab: Sebeplerin Yaratıcısı” olan Cenab-ı Hakk’ı görmemek olduğundan elbette küfür olacaktır.
Bazı zamanların ve mekânların etkisi
Gök cisimlerinin olduğu gibi, bazı zamanların ve coğrafî mekânların insanların huyu, tabiatı, ahlakı, kabiliyeti, gidişatı… üzerinde tesirli olduğu inancı da doğru değildir. Cahiliye döneminde Araplar bu türlü inançlara sahip olduğu için, Efendimiz s.a.v. “Üç şey cahiliye adetlerindendir.” buyurmuş, bunların soy-sopa kötü konuşmak ve ölü için saçını başını yolarak ağlamak, bir de nev’lerden yağmur ummak olduğunu beyan etmiştir. (Buharî, Müslim)
Eğer bu tür olayların insanlar üzerinde, onların kişiliklerini dahi belirleyecek etkisi olsaydı, bütün insanların aynı emir ve nehiylere muhatap olmasının ve aynı hükümlere uymakla sorumlu kılınmasının bir anlamı olmazdı. (el-Merzûkî, Kitâbu’l-Ezmine ve’l-Emkine, s. 70)
Cahiliye Araplarının, insanın kaderiyle ilgili olan bütün bu hadiseleri gök cisimlerinin hareketlerine, gezegenlerin menzillere uğrayış ve buralarda kalış sürelerine bağlamasını anlamaz isek, Kur’an’da ve hadislerde “dehr” kavramı üzerinde hassasiyetle durulmuş olmasına bir anlam vermemiz zorlaşır.
Bilindiği gibi “dehr” zaman demektir ve Cahiliye döneminde insanların bütün kaderinin, yukarıda belirttiğimiz tarzda gök cisimleri ile kopmaz bir ilişki içinde olduğuna inanılırdı. (Zamanın, Eski Yunan’dan bu yana felekler ve “gök” dediğimiz kozmik sistem ile irtibatlı olarak izah edildiği bilinmektedir. Bkz. Merzûkî, a.g.e., 103)
Cahiliye Araplarının ağzından hikâye edilen “Bizi ancak dehr helâk ediyor.” (Câsiye Suresi, 24) sözü ve Efendimiz s.a.v.’in “Dehr’e sövmeyin. Zira dehr Allah’tır.” (Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel) hadisi bu noktaya dikkatimizi çekmektedir.
Zikrettiğimiz hadiste geçen “Dehr Allah’tır.” sözünün anlamı şudur: “Bazı kimseler olayları dehre (zamana) bağlıyor; hoşlarına gitmeyen bir şey olduğunda, sebep olarak gördükleri dehr hakkında kötü laf ediyor. Oysa yaşadığınız her şey Allah’tandır. Siz sebep hakkında kötü söz söylediğinizde, Allah Tealâ hakkında konuşmuş olursunuz.”
Dolayısıyla, gezegenlerin uğradığı mutat durak yerleri olarak itibar edilen burçlar da dahil olmak üzere, hiçbir gök hareketinin ve cisminin insan tabiatı, kaderi, özellikleri ve kabiliyeti üzerinde etkisi yoktur. Bazı kitaplarda bu konuda nakledilen bilgiler, farklı kültürlerden harmanlanarak gelen ve dinimiz tarafından tasdik edilmemiş olan hususlardır.
Sonuç
Kur’an ve Sünnet’in onaylamadığı şekilde gaybdan haber alma çabası içine girmek, insanı asıl gayesinden alıkoyan ve giderek yaratılış maksadından uzak vadilere sürükleyen tehlikeli bir meşgaledir.
Bizim için gerekli ve lüzumlu olan gaybî bilgiler zaten Kur’an ve Sünnet tarafından verilmiştir. Bunun ötesine uzanarak haddimizi ve yetkimizi aşmak, kulluk bilincimize bir katkı sağlamayacağı gibi, tam tersine şeytanî vesveselerin esiri olarak kendimizde birtakım istidatlar, kuvvetler ve yetenekler vehmetmemize yol açar. Bunun sağlayacağı paye ise -Allah’a sığınırız- şeytanın avaneliğinden başka bir şey değildir.
Ne Sahabe ne de Selef uleması böyle şeylerle meşgul olmuştur. O kutlu nesillerin örnekliği ise, eğer yeterince örnek alabilirsek, bizim için her türlü tehlikeden emin olmanın, her türlü payenin ötesinde “kulluk” makamına erişebilmenin biricik adresidir.
Semerkand Dergisi – Mart 2006