İnsanoğlunun dünya macerası hep zik-zaklarla dolu olmuştur. Bir rivayete göre 124 bin, bir başka rivayete göre de 224 bin peygamber, başını her zaman derde sokan insanlığın elinden müşfik bir öğretmen edasıyla tutup, sahil-i selamete çıkarmak için didinip durmuştur.
İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem a.s. dönemi, yeryüzüne inkâr ve şirk gölgesinin düşmediği ilk kutlu dönemdir. Kabil, kıskançlık ve nefsî heva uğruna kardeşi Habil’i öldürene kadar haksızlık ve zulüm de görülmemişti dünyada.
Hiç kesintiye uğramayan peygamberler silsilesinde bir zaman sonra sıra Hz. Nuh a.s. geldi. Tufan’a kadar mücadelesini sürdürdü Hz. Nuh a.s. Sular çekilip de kendisine inanan muvahhitlerle birlikte bindiği “kurtuluş gemisi” yüce bir dağın (bir görüşe göre Cudi dağının) tepesine oturduğunda, yeryüzünde ikinci “pür Tevhid ” dönemi başlıyordu. Bu sebeple Hz. Nuh a.s.’a “İkinci Adem ” denir…
Bu “iki Adem” dönemi dışarıda bırakılacak olursa, insanoğlunun dünya macerası hep zik-zaklarla dolu olmuştur. Bir rivayete göre 124 bin, bir başka rivayete göre de 224 bin peygamber, başını her zaman derde sokan insanlığın elinden müşfik bir öğretmen edasıyla tutup, sahil-i selamete çıkarmak için didinip durmuştur. “Peygamberler Tarihi” adıyla yazılmış pek çok değerli eser, isimleri Kur’an ve Sünnet’te zikredilmiş bu kutlu elçilerin ibret dolu hayat hikâyelerini anlatır bizlere.
Karanlığı yırtan ışık huzmeleri
Yüce Kitabımız, “Andolsun ki her ümmete, “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermişizdir” (Nahl, 16), “Şüphesiz biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Geçmiş her ümmet içinde de mutlaka bir uyarıcı bulunagelmiştir ” (Fâtır, 24) gibi ayetlerinde insanlığın peygambersiz bırakılmadığını açık bir şekilde ifade etmektedir.
Her peygamberin, bir öncekinin ilettiği ilahî mesaj tahrif veya göz ardı edildiği zaman gönderildiğini düşünürsek, iki peygamber arasında geçen zaman içinde insanların genelinin saptığını, yoldan çıktığını söylemek yanlış olmaz. Bu durum en azından tarihî ve dinî kaynaklarla haklarında sahih bilgi edinme imkânı bulduğumuz kavimler için böyledir.
Aşağıda örneklerini zikredeceğimiz gibi, kaynaklar bize, inkâr ve sapkınlığın genel eğilim haline geldiği zamanlarda bile istikameti muhafaza eden bir grubun her zaman mevcut olduğunu gösteriyor. Toplumları, inkârın zifirî karanlığında debelenirken onlar birer ışık huzmesi olarak hep Tevhid’in aydınlık yüzünü temsil etmişlerdir.
Elbette böyle dönemlerde Tevhid çizgisini koruyanların, ilahî mesajı olduğu gibi bütün unsurlarıyla muhafaza ettiğini söylemek çoğu zaman mümkün olmamaktadır. Zira mesajın aslının tahrife uğradığını ve aradan uzun yıllar, hatta yüzyıllar geçtiğini hesaba katar, bunun üstüne Tevhid ehlinin toplumdan gördüğü türlü eziyet ve baskıları da eklersek, bu durumun bir ölçüde normal olduğunu kabul etmemiz gerekir. Onların başarısı genellikle, “Tek Allah” inancını koruyup, kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmaktan ibaret olmuştur. Ancak öyle de olsa, yeryüzünde Tevhid’i temsil eden bir damarın varlığını sürekli biçimde muhafaza etmiş olması da elbette üzerinde önemle durulması gereken bir noktadır.
Ortaasya Kavimleri
Milattan, yani kabaca Hz. İsa a.s.’ ın doğumundan 1700 yıl önce yaşamış Altay halklarında, yaratan ve tek olan bir Allah inancının bulunduğunu tesbit etmek bizim için şaşırtıcı değildir. Orhun Yazıtları’nın birinde (Kül Tigin Yazıtı) şöyle bir ifade mevcuttur: “Üze kök tengri asra yağız yir kılundukda ikin ara kişi oğlı kılınmış” (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış). Altay tatarlarının ve Yakutlar’ın , “yaratıcı ilah” inancı taşıdıkları da bilinen bir husustur. ( Mircea Eliade , Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, 3/13)
Eski Türkler’in “Şamanizm” diye bir dinî inancasahip olduğu tezi uzun yıllar kabul görmüş ise de, son zamanlarda bu tezin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Son araştırmalar, Türkler’in , iradesi her şeyi kuşatmış olan bir Tek Tanrı inancı taşıdıklarını ortaya koymu ştur. (G.Tümer, A.Küçük, Dinler Tarihi, s. 82.)
Milat öncesi çağlarda Çin
Milattan, yani Hz. İsa a.s.’ ın doğumundan 1700 yıl önce tarih sahnesine çıkıp, yaklaşık 500 yıl hüküm süren “ Şang ” hanedanı, “Ti” (Efendi, Rab) veya “ Şang Ti” (Yukarının Efendisi/Rabbi) adını verdikleri bir ilaha inanıyordu. Ti, evreni idare eden, yağmur yağdırmak, rüzgâr estirmek gibi tabiat olaylarını yöneten, krala zafer getiren bir ilahtır. Başka inanç sistemlerinde (mesela Mecusîlik’te ) olduğu gibi biri iyiliği diğeri kötülüğü temsil eden iki tanrı inancının aksine, Şang hanedanı, Ti’nin iyiliği de kötülüğü de irade ve takdir ettiğine inanırdı. Mahsule bereket veren de odur, kuraklığı, felaketleri ve ölümü takdir eden de. ( Mircea Eliade , Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi, 2/16)
Hindistan’da hak elçileri
İmam-ı Rabbânî k.s., Mektubat’ında şöyle der: “Ey oğul! Bu fakir ne kadar mülahaza etse, nazarını ne kadar gezdirse, yine de Peygamber Efendimiz’in davetinin ulaşmadığı bir mahal bulamıyor. O’na ve âline salât ve selam… Hatta hissedilen o ki, O’nun davet nuru bir güneş nuru gibi her mahalle ulaşmıştır. Hatta aralarında sedden hail (engel) bulunan Ye’cüc Me’cüc zümresine dahi ulaşmıştır. Geçmiş ümmetleri de düşünüyorum; bir yer parçası bulamıyorum ki, oraya bir peygamber gönderilmiş olmasın. Hatta bu muameleden uzak olan Hind diyarına bile .. Hindistan halkından peygamberler gönderildiğini buluyorum. Onlar gelip kendilerini Yüce Hakk’a davet etmişlerdir. Bazı Hind beldelerinde şirk karanlığı içinde aydınlık veren kandiller gibi peygamberlerin nurları parlamaktadır. İstersen bu beldeleri tayin edebilirim. Bir peygamber görüyorum: Kendisini hiç kimse tasdik etmemiş; davetini de kabul etmemiş .. Bir başka peygamber görüyorum: Kendisini bir kişi tasdik edip inanmış. Bir başka peygamberi dahi ancak iki kişi tasdik etmi ş. Bazı peygamberleri dahi ancak üç kişi tasdik etmiş .. Ancak Hind diyarında bir peygamberi üç kişiden fazla tasdik eden yok. Kendisini tasdik edip tabi olanı dört kişi olan hiçbir peygamber görmedim. Hunud kâfirlerinin Yüce Hakk’ın varlığına, sıfatlarına, tenzihlerine ve tasdiklerine dair yazdıkları tümden Nübüvvet kandillerinden iktibas edilen nurlardandır. Zira geçmiş ümmetlerin her asrında peygamberlerden biri gelmiş, Yüce Hakk’ın varlığını sıfat-ı subutiyesini , tenzihlerini ve tasdiklerini haber vermiştir…” (Mektubat, 1. cilt, 259. mektup)
Yahudilikte durum
Yüce Kitabımız Yahudiler’in “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediğini haber veriyor (Tevbe, 30). Bunun yanında, onlar özellikle Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (ikisine de selam olsun) döneminde üç büyük gruba ayrılmış bulunuyordu: Ferisîler , Sadukîler ve Essenîler .
Ferisîler Yahudiliğin bir “gelenek dini” haline gelmesinin en önemli sebebidir. Sinagog teşkilinden, ibadetlerin yapılış biçimi ve sırasına, bayram teşkili ve kutlama biçimine kadar Yahudi dinî geleneğinde ne varsa bu mezhebin ürünüdür. Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya’yı (ikisine de selam olsun) şehid edenler bunlardır; Hz. İsa a.s.’ı da öldürmek için harekete geçmiş, ancak Kur’an’ın haber verdiği gibi bu emellerine ulaşamamışlardır.
Sadukîler ise Yahudi toplumunun siyasî ve ekonomik bakımdan liderliğini yapıyordu. Onların da Ferisîler gibi putperest Roma yönetimi ile araları gayet iyiydi. Sadukîler öldükten sonra dirilmeye ve meleklerin varlığına inanmıyor, ruhların yok olacağını söylüyorlardı.
Yahudi toplumunun büyük kesimini bu iki mezhep mensupları oluştururken, Essenîler Tevrat’ı maddi çıkar vasıtası olarak kullanan bu iki mezhep mensuplarından da diğer insanlardan da ayrılarak dağlara, mağaralara çekilmişti. Münzevi bir hayat sürüyor ve dünyevî ve bedensel zevklerden uzak, müttaki , zahidane bir şekilde yaşıy orlardı . Toprağı işleyerek elde ettiklerini aralarında paylaşıyor, Hz. Musa a.s.’ ın şeriatına titizlikle riayet etmeyi en büyük amaç sayıyorlardı. (Yaşar Kutluay , İslâm ve Yahudi mezhepleri, 215 vd .)
Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya’ya (ikisine de selam olsun) inanıp destek vermiş olan bu grup, İsrailoğulları arasında, diğer soydaş ve dindaşlarının bulandığı maddi-manevi her türlü leke ve kirden uzak, saf muvahhid bir çizgiyi temsil etmişti. Bilahare Hz. İsa a.s. İncil’i yaymaya başladığında ona ilk inananlar arasında Essenîler’in bulunduğunu görmek şaşırtıcı değildir. (Muhammed Ataurrahim , Bir İslam Peygamberi Hz. İsa, 31, 32)
İsevîlik Hıristiyanlığa dönüşürken
Hz. İsa a.s. çok kısa (bazı araştırmacılara göre 3, bazılarına göre sadece 1 yıl) süren tebliğ döneminin ardından, Yahudiler’le Romalılar’ın işbirliği ile çarmıha gerilmek istendiği sırada Yüce Allah tarafından göğe kaldırılmıştı. (Âl-i İmran, 55; Nisa, 157-158 )
Aradan çok fazla bir zaman geçmeden, Pavlus isimli bir Yahudi, Hz. İsa a.s.’ ın kendisine göründüğünü söyleyerek din değiştirdi. Ancak geçtiği bu yeni dine, İncil ve İsa a.s. ile hiç ilgisi olmayan yeni unsurlar ilave etti. Mesela Hz. İsa a.s.’ ın –hâşâ– “tanrının oğlu” olduğunu söyledi. Tarih boyunca pek çok benzerleri tarafından yapıldığı gibi Tevhid inancı, bu kez de Pavlus eliyle şirke dönüştürüldü. “Tek Allah” inancına dayalı muvahhid İsevîlik, Pavlus’un elinde “üçlü tanrı”sı, kilisesi, aslî günah inancı ve dünyevî ahkâmdan budanmışlığı ile Hıristiyanlığa dönüştürülmüştü.
Elbette bu dönüşümün sosyal, siyasal, dinî ve kültürel pek çok sebebi vardır. Ancak burada meselenin bu yanıyla ilgilenmeyeceğiz. Pavlus marifetiyle muvahhid İsevîlik (ki bu anlamda diğer peygamberlerin tebliği gibi o da “İslâm” idi) Hıristiyanlığa dönüştürülürken, Hz. İsa a.s.’ ın havarileri de Tevhid inancını koruma ve yayma gayretini sürdürüyordu. Ancak az önce de söylediğimiz gibi Havariler’in bu çabası muhtelif sebeplerin bir araya gelmesiyle maalesef Pavlus’un yürüttüğü “yıkım” karşısında fazla bir etkinlik gösterememişti.
Aradan geçen yıllar, Pavlusçu Hıristiyanlar’ın , muvahhid İsevîler’e reva gördüğü bitmez tükenmez zulümlerin şahidi oldu. Hz. İsa a.s.’dan 200 yıl sonra İranaeus , sırf “Allah birdir ve Hz. İsa tanrı değil, peygamberdir” dediği için şehid edildi.
Ancak muvahhid çizgi kaybolmadı. İranaeus’u Tertullian , Origen , Diyotorus , Lucian … izledi . Kilise, Pavlusçu Kilise ve Apostolik Kilise olmak üzere fiilen ikiye bölünmüştü. Nihayet 300’lü yıllara gelindiğinde Pavlusçu Hristiyanlık , Apostolik Kilise’nin çıkardığı yeni bir problemi, “ Arius fitnesi”ni konuşuyordu. İskenderiye’de bir kilisede görevli olan Arius da önceki muvahhidler gibi teslis inancına karşı çıkıyor, Allah’ın birliğini ve Hz. İsa a.s.’ ın bir peygamber olduğunu haykırıyordu.
Havariler’den son İsevîler’e
Bu muvahhid damar, şirke dayalı Pavlus Hıristiyanlığının bütün çabalarına, resmî kuvvetine ve hilelerine rağmen varlığını sürdürdü. Pavlus döneminde Kudüs’ü merkez edinmiş olan Havariler’le başlayan mümin/ muvahhid İsevîlik hareketi, yukarıda birkaçının isimlerini saydığımız kutlu bir silsile halinde Afrika ve Hicaz bölgesinde varlığını muhafaza etti.
Takvimler 610 yılını gösterdiğinde Alemlerin Efendisi s.a.v. Tevhid meş’alesini son kez tutuşturmak üzere görevlendirildiğinde, Hz. Hatice r. anha validemizin, amcasının oğlu olan Varaka b. Nevfel’e gittiğini biliyoruz. Bu zat da muvahhit bir İsevî idi ve Efendimiz s.a.v.’e, kendisine gelen varlığın Melek Cebrail a.s. olduğunu söylemişti.
Yine bilindiği gibi Efendimiz s.a.v. tebliğini açıktan yürütmeye başladığında, müşrikler tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılanmış, bu yüzden ilk müminler olmadık eziyetlere maruz bırakılmıştı. Efendimiz s.a.v. onlara Habeşistan’a hicret etmelerini söylemiş ve “Orada adil bir hükümdar vardır” buyurmuştu. İşte o adil hükümdar ( Necaşi ) Ashama da bir muvahhid İsevî idi ve hak davet kendisine ulaşınca tereddütsüz İslâm’a girmişti.
İşte onlar ve daha niceleri Havariler’in temsil ve muhafaza ettiği çizgi üzerinde yürüyegelen muvahhid İsevîlerler idi ve Tevhid’in son davetçisinin kutlu çağrısını işittiklerinde hemen koşmuşlardı .
Modern dinler tarihi aksini söylese de
Allah’ın arzında, O’nun yüce adının tamamen unutulduğunu, O’nun rızasının bulunmadığı şirk ve inkâr karanlığının yeryüzünün her tarafını örtüp kapladığı bir zaman dilimi bulunduğunu tasavvur etmek aklen de tarihen de mümkün değil. Aklen mümkün değil; zira dünyayı da, insanı da yaratan rahmet ve hikmet sahibi Rabbimiz, kendisine karşı isyanın kendi mülkünü mutlak anlamda istila etmesine izin vermez. Tarihen mümkün değil; zira kaynakların ortaya koyduğu ve yukarıda birkaç örneğini zikrettiğimiz gibi, tarihin her döneminde mutlaka “yaratıcı, kudret sahibi ve tek” olan bir ilah inancı bir toplumda olmasa da öbüründe mutlaka var olagelmiştir.
Dünyanın bir ucunda olmazsa öbüründe “Allah’tan başka ilah yoktur” hakikati şu veya bu lisanda mutlaka terennüm edilmiştir. Zira yeryüzü, ilahî mesajı insanlığa ulaştıran kutlu elçilerden (hepsine selam olsun) ve onların yaşayan örnekliğinden hiçbir zaman boş kalmamıştır.
Bu gerçek bize şunu da öğretiyor: Dünyanın herhangi bir yerinde günümüzde veya geçmişte, bizim iman ve itikadımızla paralellik arz eden inanç ve kültürler bulunması, oraların da Hak Elçileri’nin Tevhid tebliğinden bir şekilde nasipdar olduğunu gösterir.
Modern Dinler Tarihi araştırmaları, aksini ne kadar iddia ederse etsin, ne insan nesli “ilkel insan”dan türemiştir, ne de ilahî dinlerin aslı “ilkel dinler”e dayanır. Bunlar, hayatı da bilimi de “inkâr” üzerine kurmak isteyenlerin vehim ve hayalleridir…
Semerkand Dergisi – Ağustos 2005