Öncelikle itiraz sahibine katkısı için teşekkür ederek başlayayım.
İtiraz sahibi kardeşimin meseleyi “türbeler” üzerinden ele alınmayı tercih ettiği dikkat çekiyor. Evet, “kabir üzerine bina yapma” olgusu türbeyi de içine alır, ama ondan ibaret değildir. Bugün herhangi bir kabristanda binlercesini gördüğümüz, hatta görmesek garipseyeceğimiz, “mezar böyle mi olmalı” diyeceğimiz mezar stilidir aslında söz konusu olan. Vehhabilerin bu mezar stiline dahi tahammülleri olmadığı malumdur.
“İllet-hikmet” meselesi tam da burada devreye giriyor. Vehhabilere bakarsanız, mezarların “belki” en fazla yerden bir karış yükseklikte olmasına göz yumulabilir, o kadar. Oysa mezarda yatanın kim olduğunu belirten mezar taşının, mezarı kaybolmaktan, üzerine basılmaktan… vs. koruyan yapının vs. Efendimiz (s.a.v) tarafından sakındırıldığını söylemek isabetli olmaz. Hatta mezarın yerinin kaybolmaması ve içinde yatanın kim olduğunun bilinmesi maksadıyla mezara belirli işaretler koymak bizatihi hüküm ifade eden bir davranış olarak Sünnet’te yerini bulmuştur. Efendimiz (s.a.v)’in Osman b. Maz’ûn (r.a)’ın kabrinin başına böyle bir “işaret taşı” koyması, ardından da bunu “mezarın yerinin belli olması için” yaptığını söylemesi doğrudan ve tartışmasız biçimde “illet”i gösterir. Dolayısıyla bu noktada “hikmet”in gündeme getirilmesi isabetli değildir.
Aslında bütün mesele burada. Mezarın yerini belli edecek, –özellikle günümüz şartlarında– diğer mezarlarla karışmasını engelleyecek, içinde yatanın kimliğini yansıtacak bir stille yapılması… Türbe vs. bu cevaza dayalı –tabir yerindeyse– ikinci derecede ele alınıp konuşulacak şeyler.
“Ümmetin tamamının ilgili rivayetlerin zahirine uymayacak şekilde amel ettiği” tarzındaki ifademe okuyucu, en azından Vehhabilerin bu genel ifadenin dışında bulunduğunu söyleyerek itiraz ediyor. Diyelim ki bu mesele tartışma konusu olmaya başladığı zamandan itibaren durum okuyucunun dediği gibidir. Peki bundan önceki asırları ne yapacağız? Kaldı ki Vehhabilerin oluşturduğu bu fiili durumu bir “dayanak” olarak alıp bunun üzerine bir hüküm bina etmek mantık olarak doğru değildir. Zira mevcut duruma muhalefet eden zaten onlardır. Dolayısıyla tartışılması gereken bu fiili durumun kendisidir.
Burada söz konusu olan hüküm farklılığındaki inceliğe dikkat etmek gerekir. Allahu a’lem mezar yeri olarak vakfedilmiş arazide bunun haram olması da, kabrin üzerine bina yapılması halinde bir kişinin mezarı için ayrılmış yerden daha fazlası işgal edilmiş olacağından, diğerlerinin hakkının gaspı söz konusu olacağı içindir. Dolayısıyla Vehabî yaklaşım sadece benim söylediğimi değil, fukahanın hükmünü de kategorik olarak karşısına almaktadır.
Kabirlerin kireçlenmesi, üzerinin yükseltilmesi, üstüne bine yapılması… gibi hususlarda Efendimiz (s.a.v)’den nakledilen yasağın zahiri mi esas alınmıştır?
Doğrusu ulemanın burada da ta’lile giderek “kireç” ve “tuğla” yasağının “ateş”i çağrıştırması sebebiyle varit olduğunun söylenebileceği doğrultusunda fikirler yürüttüğünü görüyoruz. İhtiyaç halinde “kirec”e mukabil kabrin çamurla sıvanabileceğini söylemelerinin başka bir anlamı yoktur.
Devam edecek.
2 Haziran 2012 – Milli Gazete