Diyelim ki “zaruret” durumu bahis konusudur ve gerek bu temelden, gerekse “iki zarardan hangisi daha hafif ise o tercih edilir” gibi kaidelerden hareketle insan uzuvlarının muhterem/mükerrem olduğu gerçeği organ nakli bağlamında göz ardı edilebilir.
Ancak bu durum, organ naklinin cevazına hükmedenler bakımından açıklığa kavuşturulması gereken başka noktalar bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu babda en önemli noktalardan biri, donör (verici) durumundaki kişinin ölümünün tam anlamıyla gerçekleşip gerçekleşmediğinin tesbitidir. Beyin ölümü gerçekleştiği halde kalp atışı cihaza bağlı olarak sürdürülen hastalar arasında, cihazdan çıkarıldığı zaman dahi –nadiren ve düzensiz de olsa– kalbi çalışmaya devam edenler bulunduğu, konunun ilgililerinin malumudur. Bu durumdaki bir insanın ruhunun bedenini terk ettiği, yani gerçek anlamda öldüğü söylenebilir mi?
Eğer bu durumdaki bir kimsenin ruhunu teslim etme süreci devam ediyorsa, “sekerat-ı mevt” dediğimiz o dehşetli süreç sona ermemiş demektir. Zaten bu aşamada insanın yaşadığı sıkıntı tarife gelmez boyuttadır; bu sıkıntıya bir de kalbinin, ciğerlerinin vs. yerinden sökülmesinin vereceği korkunç ızdırap eklendiğinde ortaya çıkan duruma “işkence” demek bile hafif kalacaktır!
Ruhun bedeni terk etme süreci ne kadar devam etmektedir? Bu, insandan insana değişebilen bir süreç ise, tıbbın “beyin ölümü” dediği hadise gerçekleşmiş olsa bile, ruhun bedeni terk etme süreci henüz tam anlamıyla bitmiş olmayabilir. Bu durumda henüz ölmüş olmayan bir insana kadavra muamelesi yapılmış olacağı açıktır.
Kısacası, organ nakli için, nakledilecek organa kalp tarafından kan pompalanıyor olması şart olduğuna ve kalbi –şu veya bu şekilde– çalışmaya devam eden insana “ölü” denip denmeyeceği –yukarıda dile getirmeye çalıştığım durum çerçevesinde– tartışmalı olduğuna göre, bu mesele hakkında kesin konuşmanın çok da doğru olmayacağı kanaati ağır basmaktadır.
Bu meseleyi değerlendirirken –muhterem Osman Karabulut hocanın da yıllar önce kaleme aldığı bir risalecikte değindiği gibi– bu alanda görülen istismar ve “ticaret” unsurunu da dikkatte tutmakta fayda var.
Buna karşılık, giriş cümlesinde dile getirdiğim hususlar çerçevesinde –tek böbrek ya da kemik iliği nakli gibi– donörün hayatî fonksiyonlarını etkilemeyen operasyonların yapılabileceğini söylemek mümkün görünmektedir. Bunların nakli donörün hayatî faaliyetlerini etkilemeyeceği için beyin ölümü şartı da aranmamaktadır.
İlaveten, bu gibi organların naklinde donörün seçici davranması da mümkün olduğundan, bir önceki yazının 2. maddesinde dile getirilen çekinceye de mahal kalmayacaktır. Hatta belki bunu kan nakline kıyas etmek de mümkündür.
Yine ilaveten bir insanın, herhangi bir uzvuna yapılan tecavüze ve verilen zarara karşılık Fıkh’ın öngördüğü diyeti almaktan vaz geçme hakkı bulunması, insanın, hayattayken kendi uzuvları üzerinde kısmî de olsa tasarruf selahiyeti bulunduğunu gösteren bir husus olarak değerlendirilebilir. Ancak bu selayihet öldükten sonra ortadan kalkmaktadır.
Bütün bu hususlar, organ nakli meselesinde donörün hayatiyet durumunun ve verilecek organın mutlak surette göz önünde bulundurulması gerektiğini göstermektedir.
Vallahu a’lem.
Milli Gazete – 17 Eylül 2006