Takiyüddîn en-Nebhânî, bir önceki yazıda da belirttiğim gibi 1909 yılında dünyaya gelmiştir. Meşhur alim Yusuf b. İsmail en-Nebhânî’nin vefat tarihi ise 1932. Dolayısıyla Takiyüddîn en-Nebhânî’nin, Yusuf b. İsmail en-Nebhânî’ye yetişmiş ve kendisinden ders almış olması tarihen mümkün. Aralarında akrabalık (dede-torun) ilişkisi var mıdır, yahut soruda sözü edildiği şekilde bir ders verme-alma hadisesi gerçekleşmiş midir, doğrusu bilmiyorum.
Takiyüdîn en-Nebhânî’nin saygın bir Osmanlı alimi olup olmadığı meselesine gelince, herşeyren önce o, Yusuf b. İsmail en-Nebhânî’den farklı olarak Osmanlı ile aktif bir ilişki içinde olmamıştır. Esasen Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği, hilafetin kaldırıldığı tarihte (1924) o 15 yaşındadır. Dolayısıyla onun bu anlamda da “Osmanlı alimi” olarak tavsifi mümkün değildir.
Takiyüddîn en-Nebhânî’nin birçok görüşüne yakından baktığımızda, Osmanlı alimlerinde görmeye alıştığımızdan farklı bir tutumla karşılaşırız. Söz gelimi o, Ehl-i Sünnet kelam alimleri hakkında şöyle der:
“İşte böylece bir taraftan kelamcılardan Mutezile, diğer taraftan da Ehl-i Sünnet arasında “Kaza ve Kader” meselesinde olduğu gibi Allah’ın sıfatları konusunda da bir tartışma patlak verdi. Ancak ne gariptir ki, kelamcılar arasında patlak veren tartışmalar daha önce de Yunan filozofları arasında patlak veren tartışmaların aynısıdır. Yunan filozofları daha önce yaratıcının sıfatları ile ilgili bu noktalar üzerinde durmuşlar, Mutezile de onların üzerinde durdukları bu konulara Allah’a olan imanları ve tevhid inancına dair görüşleri çerçevesinde Yunan filozoflarına cevap verme düşüncesi ile bu konuları gündeme getirmişlerdir. Yunan felsefesinin arkasından patlak veren bu tartışmada, Mutezile’nin yükünü hafifletmek için Ehli Sünnet de mantıki önermeler ve nazari varsayımlarla ulaştıkları neticelerle Yunan filozoflarına cevap verme girişiminde bulundular. Ancak Ehl-i Sünnet de Mutezile’nin düştüğü aynı hataya düşerek aynı platformda yani aklın kavrayabildiği ve kavrayamadığı, duyu organlarının hissedebildiği ve hissedemediği konular üzerinde tartışarak, sözlerini desteklemek için Kur’an ayetlerini kullanarak ve görüşlerine ters düşen ayet ve hadisleri de tevil ederek, tartışma konusu olan her konuya aklı esas alarak cevaplar verme yanılgısına düştüler. Böylece Mutezile, Ehl-i Sünnet ve diğer tüm kelamcılar, aklı esas alma, aklen ulaştıkları sonuçları ayet ve hadislerle destekleme veya aklen vardıkları sonuçlara uydurmak için ayetleri tevil etme konusunda aynı seviyeye düştüler.”[1]http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kulliyatlar/takiyyuddinennebhani/
Yine bir fikir vermesi için en-Nebhânî’nin, müfessirlerin tefsir çalışmaları hakkındaki görüşlerinden bir pasaj:
“… müfessirlerin Kur’an-ı Kerimi tefsir etmeye başladıkları dönem, felsefi kitapların Arapçaya tercüme edilmesinden sonraki döneme rastladığı için felsefi fikirlerden etkilenmişlerdir. Haçlı savaşlarından sonraki gerileme dönemine gelindiğinde ise Kur’an ayetleriyle alakası olmayan tefsirden sayılmayan şeylerin öğrenilmesine büyük çabalar harcanarak tefsirlerin oluşumuna yol açıldı. Üstelik tefsirler İsrailiyatla doldu. Hatta İsrailiyat, tefsir kaynaklarından üçüncü bir kaynak haline geldi. Bu nedenle Kur’an’ın, Sahabeden nakledilen tefsirden de faydalanılarak ve Kur’an-ı anlamada ictihad açısını da kullanarak sahabenin tefsir metodu üzere tefsir edilmesi gerekir.”[2]http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kulliyatlar/takiyyuddinennebhani/islam%20sahsiyeti%201/51.htm
Ve Osmanlılar hakkındaki görüşü:
“İşte bütün bu hususlar, İslâm Devleti’nin zayıf düşmesine yol açan sebeblerdir. Ta ki Osmanlılar gelinceye kadar. Onlar Hilâfet’i ellerine almaya çalıştılar.. Birçok İslâm beldelerini otoritelerinin altına alıp birleştirdiler. İslâm Davetini Avrupaya götürdüler. Fetihlere yeniden başladılar. Ancak bu fetihlerin hepsi ilk Osmanlı halifelerinin sahip oldukları iman kuvveti ile ordunun güçlü oluşuna dayanıyorlardı. Yoksa bu fetihler, İslâm’ı sıhhatlı bir anlayış ve onun kamil anlamda tatbik edilmiş olmasına dayanmıyordu. Bundan dolayı bu fetihler, daha önceki fetihler gibi verimli olmamıştır. Bilindiği gibi, İslâm ümmetinde kuvvet yalnız başına bir esas olmamıştır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti de çok sürmeden zayıfladı. Daha sonra yıkılarak İslâmî devlet ortadan yok olup gitti. Onun gidişi ancak hasıl olan bir çok faktörlerin tesiri ile İslâm düşmanlarının senelerce İslâm Devleti’ne karşı kurdukları bir çok tuzaklar neticesinde gerçekleşmiştir.”[3]http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kulliyatlar/takiyyuddinennebhani/
Devam edecek.
Milli Gazete – 11 Nisan 2010