Soru
“Sayın Hocam, şu anda Yemen San’a Üniversitesi Türk Dili Bölümünde T.C. TİKA tarafından Türkçe Öğretim elemanı olarak görevlendirilmiş bulunmaktayım. İki konudaki görüşünüzü merak ediyorum.
“Mısır’da ve Yemen’de gördüğüm bir durum, buradaki Sünni kardeşlerimizin, Türkiye’de olduğu gibi herhangi bir ehl-i sünnet mezhebine (Hanefi, Şafii vd.) tabi olmayıp biz ehli sünnetiz demeleri ve bu dört hak mezhebe mensup ulemanın uygun gördükleri herhangi bir görüşüyle amel etmeleridir. Hatta bu konuda telfik dediğimiz uygulamayı yapanlarına da rastladım. Şimdi, bu kardeşlerimizin durumu nedir. Böyle ehli sünnet olmak da caiz midir. Bu kimselerin arkasında namaz caiz midir?
“İkinci olarak Yemen’de yaşayan müslüman kardeşlerimizin bir kısmı bildiğiniz gibi Şia’nın en ılımlı kollarından biri olan Zeydiyye mezhebine mensuplar ve İran Şiilerinin yaptığı gibi sahabe efendilerimize hürmetsizlik yapmazlar. Bildiğiniz gibi Raşid halifelerin hilafetlerini de kabul ederler. Buradaki sünni imamlar Zeydi imamların arkasında namaz kılınabileceğini söyledikleri için onların cemaatine katılıyorum. Ama tam mutmain olmuş değilim. Bu konudaki düşüncelerinizi bekliyorum. Saygılarımla.”
Cevap
Hassasiyeti sebebiyle soru sahibi kardeşimizi tebrik ederek başlayalım öncelikle. Bu zamanda mezhebin, itikadın, bid’atın ne anlama geldiğini idrak etmek ve bunu bir şuur olarak yaşamak gerçekten son derece zor.
Cevaplara gelecek olursak:
- İtikadî sahada İslam’ı Sahabe’nin anladığı gibi anlamanın ve onların yaşadığı gibi yaşamanın adıdır Ehl-i Sünnet olmak. Bu anlamda itikadî bid’at fırkaların her birinin Usulünü, kabullerini ve duruşunu “İslam’ın alternatif anlaşılma yöntemleri” olarak değerlendirmek son derece yanlıştır.
İtikadî kabulleri “izafîlik” alanından kurtarmak ve meselenin böyle anlaşılması yanlışının önüne geçmek son derece önemli bir görevdir. Daha önce de birçok kereler yazdığım gibi bid’at fırkaların Allah, peygamber, ahiret… tasavvurları birbiriyle bağdaştırılması çoğu zaman mümkün olmayan vadilerde seyretmektedir. Temel kabuller aynıdır, fakat bir adım ileriye geçildiğinde hayli farklılıklar olduğu görülmektedir.
Sez gelimi Ehl-i Sünnet de Mu’tezile de aynı Allah’a inanmaktadır. Ama Allah Teala’nın adaleti, kudreti, fiilleri, ilmi… gibi hususlarda hayli farklı kabuller söz konusudur.
Dolayısıyla itikadî sahadaki fırkalar ve fırkalaşma için “bunlar bizim zenginliğimizdir” gibi cümleler kurmanın pratikte herhangi bir anlamı yoktur. Allah Teala’nın ilmi, kudreti, fiilleri ya Sahabe döneminden itibaren Ehl-i Sünnet’in dediği gibidir, yahut Mu’tezile’nin kabulleri doğrudur. Bunların ikisinin de aynı anda doğru olduğunu ve birbirini nakz etmediğini söylemek mümkün değildir.
Bunu diğer fırkalara ve diğer itikadî umdelere de rahatlıkla teşmil edebiliriz.
Şu halde bir kimsenin “Ben Ehl-i Sünnet’im” dediği halde itikadî kabuller konusunda “serbest” (!) davranması ve mevcut itikadî-fıkhî mezheplerden biriyle mukayyet hareket etmemesi mümkün değildir.
Ehl-i Sünnet olan bir kimsenin amelî sahada mevcut mezheplerden birisini iltizam etmemesi niçin yanlıştır?
Bu sorunun cevabı, kişinin dinî tutumunu ortaya koyacağı için son derece önemlidir. Bu durumdaki bir kimse mevcut fıkhî mezheplerden birisinin anlama ve açıklama metodunu doğru ya da yeterli bulmadığı için böyle davranıyor olmalıdır. Evet, sıkıntı durumlarında bir mezhepten diğerine intikal caizdir, hatta mükellefin, bir konuda bir mezhebi, diğer bir konuda başka bir mezhebi taklid etmesi de caizdir. Ancak bütün bunları, mezheplerin tamamını aşmak anlamına gelecek şekilde mezheplerin tamamının dışına çıkmak olarak anlamak doğru değildir.
Yeni bir mezhep tesis edecek derecede ilmî yeterlilik ve müktesebat sahibi olmadan bir kimsenin kendisini mezheplerin hiç birisiyle mukayyet görmemesi, dinî şuurundaki bir zedelenmenin ya da çözümlenin işaretidir. Dolayısıyla onaylanabilecek bir davranış değildir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 21 Haziran 2009