Bediüzzaman merhumun, fetret devri sayılabilecek ahir zamanda zulüm altında ölen mazlum hristiyanların bir nevi şehit sayılabileceği doğrultusundaki ifadelerini, son zamanlarda Dinlerarası Diyalog süreciyle birlikte ortaya çıkan “Ehl-i Kitab’ın cennetlik olduğu” iddiasıyla karıştırmamak gerekir. Zira bu ikincisi konjonktürün tazyikiyle ortaya çıkmış bir söylem olarak doğrudan doğruya İslam itikadına muhalefet anlamı taşırken, ilki Eş’arîler’in –ki Bediüzzaman merhumun da bir Eş’arî olduğu unutulmamalıdır– Ehl-i fetretin akıbeti konusundaki kanaatine yaslanmaktadır. Bununla birlikte Bediüzzaman merhumun bu tesbitinin birkaç noktada netleştirilmeye muhtaç olduğunu düşünüyorum:
- Eş’arîler’in, kendisine hak bir peygamberin tebliği –olması gerektiği şekilde– ulaşmamış kimseler hakkındaki görüşü günümüz Ehl-i Kitabı için aynıyla söz konusu edilebilir mi? Bilgi ve iletişim teknolojilerinde gelinen nokta göz önünde tutulduğunda, bilhassa “gelişmiş” diye nitelendirilen ülkelerde yaşayan insanların İslam dininin varlığından ve özelliklerinden hakkıyla haberdar olma imkânına sahip bulunmadığını söylemek pek inandırıcı olmasa gerek…
Kaldı ki, İslam daveti –ideal seviye ve tarzda olmasa da– artık yeryüzünün her köşesine ulaşmış durumda; her ülkede o ülkenin yerli halkından İslam’ı seçen insanların ve onlar eliyle vücut bulan kurumların sayısı –elhamdülillah– hızla artıyor. Yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun İslam hakkında bilgi edinmek isteyen insanlar bunu kolayca yapabilecek imkâna sahip bulunuyor. Evet, bu imkânı yeryüzündeki her bir fert için tek tek aynıyla vaki olarak görmek makul değil; ama günümüzü bir fetret dönemi olarak nitelendirip şu veya bu biçimde zulme muhatap olmuş insanların tamamını şehit diye nitelendirmek için de bir daha düşünmek gerekir.
- Bir an için günümüzün tam anlamıyla fetret dönemi olarak nitelendirilebileceğini kabul etsek bile, Eş’ariler ehl-i fetretin sadece “sorumlu olmayacağını” söylerken, Bediüzzaman merhum onlar hakkında “bir nevi” de olsa “şehit” ifadesini kullanmaktadır. Burada da genel Eş’arî tavrıyla Bediüzzaman merhumun tesbiti arasında tam bir mutabakat bulunmadığı dikkat çekiyor. Her ne kadar Bediüzzaman merhum bu tesbitini o mazlumların maruz kaldığı felaket ve zulümlere dayandırıyor ise de, bunun onlar için “bir nevi” de olsa “şehitlik” payesi getireceğini söylemek için ayrıca delile ihtiyaç bulunduğu açıktır.
S-16) Mehmed Kırkıncı 1-7 Temmuz 2001 Tempo dergisinde Sait Nursi’den şöyle bahsediyor; “(Sait Nursi) daha ziyade İslam’ın ahkâm noktasına değil, iman noktasına yönelik yazmıştır. Daha o zamandan evlattan anaya hisse verilmesini tenkit etmiş, Kur’an’ın ahkâmından bazı şeylerde var tenkit ettiği.” Böyle bir durum var mı? Varsa bu yaklaşım doğru mudur?
Okuyucu sorusunda Tempo dergisine dayandırılarak aktarılan bu haberi şu an için tahkik etme imkânına sahip değilim. Kullanılan ifade tam olarak nedir, hangi bağlamda geçmektedir, bilemiyorum. Risale-i Nur okumalarım sırasında Bediüzzaman’ın bu anlama gelecek herhangi bir ifadesinin bulunduğunu hatırlamıyorum.
Şu an için ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur’un ahkâmdan ziyade imanî konulara ağırlık verdiği doğrudur. Elbette bu durum, Risale-i Nur’da ahkâma müteallik hiçbir şey bulunmadığı anlamına gelmez. Risalelerin merhum müellifinin Kur’an ahkâmını tenkit ettiği iddiasına gelince, gerçekten büyük bir iddiadır. Bediüzzaman, “Kur’an ahkâmını tenkit etme”nin ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar –haşa– bedbaht değildir.
Devam edecek.
Milli Gazete – 28 Kasım 2010