Bir önceki yazıda belirttiğim hususlar meyanında da geçtiği gibi, ilgili hadisin, “her asırda bir tek müceddit geleceğini” ifade ettiğini söylemek zorlama olacaktır. Bu sebeple konu hakkında bir kısmından bir önceki yazıda iktibaslar yaptığım ulema, İmam eş-Şâfi’î’nin bile, kendisinde pek çok üstün özellik bulunmakla birlikte, mesela –iştigal sahasının dışında kalan– “cihad”, “yönetimde adaletle hükmetme” gibi özellikleri haiz olmadığı için, (Din’in bütün işlerini tecdid anlamında) mutlak olarak “asrının tek müceddidi” ünvanıyla tayin ve tesbit edilmesinin doğru olmayacağını söylemiştir.[1]Bkz. el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, I, 11. Bunun için, konuyla ilgili ifadelerde genellikle, bir asırda değişik alanlarda faaliyet göstermiş birçok alimin aynı anda o asrın mücedditleri meyanında zikredildiğini görüyoruz.[2]Her mezhebin ulemasının, asırların mücedditleri meyanında kendi mezhep ve meşrebinden olanların isimlerini zikrettiğini ileri sürerek “Tecdid hadisi”nin sıhhatine dokunmaya … Continue reading
Bu cümleden olarak Bediüzzaman merhumun bizzat kendisi, “müceddit” sıfatını bütün ağırlığıyla tek kişinin üzerinde taşıması hayli zor olduğu için, her asırda birden fazla müceddit bulunduğunu söylemenin yanlış olmayacağı anlayışıyla hareket etmiştir. Dolayısıyla Bediüzzaman merhumun, “Asrının tek müceddidi” olarak tesbit ve tayini isabetli olmasa gerek.
Yine onun, birçok vesileyle kendisinin “müceddit” olmadığını, bu ünvanın Risale-i Nur’lara verilmesinin daha münasip olacağını ifade eden birçok beyanı burada hatırlanmalıdır. Aşağıdaki satırlar bu cümledendir:
“Evet, bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddit ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zâhiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mânâ veriyorlar.
“Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder.
“Amma, benim gibi âciz ve zayıf bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli.”[3]Kastamonu Lahikası, 1641 (Mektup no: 118).
Devam edecek.
Milli Gazete – 20 Şubat 2006
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Bkz. el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, I, 11. |
---|---|
↑2 | Her mezhebin ulemasının, asırların mücedditleri meyanında kendi mezhep ve meşrebinden olanların isimlerini zikrettiğini ileri sürerek “Tecdid hadisi”nin sıhhatine dokunmaya çalışan müsteşrikler ve onların izinden gidenler işte bu noktayı anlamamış görünüyor. Zira “müceddid” sıfatının tek kişiyle hasredilmesi zorunlu olmadığı için, farklı bakış açılarına göre farklı isimlerin bu noktada öne çıkarılması son derece normaldir. Esasen bu durum, hadisin ifadesinin de zorunlu sonucudur. |
↑3 | Kastamonu Lahikası, 1641 (Mektup no: 118). |