Bir Önceki yazıda Abdülkdir Geylanî hz.lerinin, Hulefa-i Raşidin’in hilafete geliş sırasıyla ilgili –uydurma olduğunu söylediğim– rivayeti kullanma tarzını gördük. Muhtemelen kendisinin iştirak etmediği, ama mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (rh.a)’dan geldiği için zikretme gereği duyduğu bir görüşün gerekçesi olarak zikrettiği bu rivayeti, –daha önce de muhtelif vesilelerle ifade ettiğim veçhile– “temriz sigası” kullanarak, yani “rivayet edilmiştir, nakledilmiştir…” gibi bir ifadeyle vermiştir. Bu nokta önemlidir; zira bu hadisi keşfen veya bir başka şekilde tashih etmediğini gösterir.
İmam-i Rabbânî hz.’nin bu rivayeti Gunye’ye atfen kullanmasına gelince, dediğim gibi Geylânî hz.’ne olan itimadı sebebiyle araştırma ihtiyacı duymamaktan kaynaklanmış olabilir. Nitekim Mektûbât’ta bu şekilde kaynağı bulunamamış birkaç rivayet daha mevcuttur ve hepsi de öncekilere itimaden nakledilmiş rivayetlerdir.
Bahse konu rivayetin uydurma olduğunu söylediğim halde, bunu niçin Saadet-i Ebediyye isimli kitaba atfen yaptığım ve onun kaynağı Mektubat’ı ve onun da kaynağı durumundaki Gunye’yi niçin zikretmediğim meselesine gelince; bunu farkında olmadan yapmış olmam elbette mümkün değil.
Daha önce birçok vesileyle İmam el-Gazzâlî’nin İhyâ’sında uydurma rivayetler bulunduğunu –bizzat Şafiî mezhebine mensup Ehl-i Sünnet Hadis alimlerine ittibaen– söylediğimi bilenler biliyor. (Bunun ilmî emanet düşüncesinden başka bir şeyle irtibatlandırılması söz konusu olamaz.) Bu durumun İhyâ’nın ve sahibinin kadrini tenkis etmek anlamına kesinlikle gelmeyeceğini söylediğimi de… Dolayısıyla internette bu meseleyi dillerine dolayanların söylediği gibi “farkında olmadan” baltayı taşa vurmuş değilim. Saadet-i Ebediyye hakkında yazarken, bu eserde o rivayetin nereden naklen verildiğini atlayacak ya da dikkate almayacak kadar üstünkörü hareket etmedim elbette.
Böyle hareket etmemin sebebine gelince;
Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda, eserin karakteristik birkaç özelliğini zikretmiştim. Bunlar arasında, “Hadis’le ilgili hususlarda temel Hadis musannefatına hemen hiç başvurulmaması” da bulunuyordu. İhtiva ettiği hadislerin tahricinin ilmî usullere uygun bir şekilde yapılması bu eserin temel ihtiyaçlarından birisidir. O yazıda örnek olarak zikrettiğim rivayetin kaynağı Mektubat ya da Gunye iken, eserin başka yerlerinde zikredilen benzer durumdaki rivayetlerin kaynağı da başka eserlerdir. Dolayısıyla eseri neşredenlerin, muhtevasındaki rivayetler üzerinde ciddi bir tahriç faaliyeti gerçekleştirmesi o yazımın temel hedefi idi. Yoksa yazı, Mektubat ya da Gunye üzerine kaleme alınmış olsaydı, elbette rivayet bu eserlere atfen zikredilirdi…
- Saadet-i Ebediyye ile ilgili yazımın eleştiri konusu yapılan bir diğer pasajı da, “İmam-ı Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklindeki tesbitim. Şöyle demiştim: “Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir.”
Bu ifadelerim hakkında şunlar söyleniyor: “Diğer (4 numaralı) maddedeki tenkid de İmam-ı Rabbanî kuddise sirruh hazretlerini hedef alıyor. Çünkü Sifil Hoca’nın beğenmediği bu yazı, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatının 2. cild, 55. mektubunda mevcuttur. Herkesin kolayca bulması için ilave edeyim ki, E. Sifil’in tenkid ettiği birinci ifade Yasin Yayınevi tarafından neşredilmiş Mektubat tercümesinin (İstanbul, 2004) 2. cild, 683. sayfasında, sondan 5. satırdadır; ikinci ifade ise 684. sayfada son paragrafın ilk cümlesidir. E. Sifil Hoca burada İmam-ı Rabbanî hazretleri hakkında “aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir” gibi hiç de hoş olmayan, yakışıksız ifadeler kullanmış oluyor.”
Saadet-i Ebediyye müellifinin bu ifadesinin, İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat’ının belirtilen yerinde mevcut ifadelerinden (alıntı olduğu belirtilmeden) iktibas edildiği doğrudur. Ancak benim İmam-ı Rabbani hz.’ni hedef aldığım doğru değildir. Zira İmam-ı Rabbânî’nin o ifadeleriyle Saadet-i Ebediyye’deki ifade arasında şu farklar var:
- İmam-ı Rabbânî hz.’nin o ifadeleri, İmam Ebû Hanîfe ve ashabını, Kitap ve Sünnet’e muhalefet ve mücerret re’ye dayanarak hüküm vermekle itham edenlere yöneliktir. Oysa Saadet-i Ebediyye’de bu noktayı dile getiren ifadeler yer almamaktadır.
- İmam eş-Şâfi’î’nin sözü hatalı çevrilmiştir. “en-Nâsu ıyâlun alâ Ebî Hanîfe”, cümlesinin doğru çevirisi, “İnsanlar Ebu Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklinde değil, “İnsanlar (Fıkıh’ta) Ebû Hanîfe’ye muhtaçtır” şeklinde olmalıdır. Zira “âle-ye’îlu” fiili, “muhtaç olmak” anlamındadır. Dilimize de geçmiş bulunan “aile” kelimesi de buradan gelmektedir. Kişinin ehl-u ıyâli, geçimlerini tekeffül ettiği, kendisine muhtaç kişileri anlatır. “Iyâl” kelimesini “çocuklar” olarak anladığımızda, Ebû Ya’lâ, el-Bezzâr, et-Taberânî ve daha başkaları tarafından nakledilen “en-Nâsu ıyâlullâh…” rivayetini, “İnsanlar –haşa– Allah’ın çocuklarıdır…” gibi hiç olmayacak bir şekilde çevirmek gerekecektir! Hasılı İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, Fıkıh ilminde derinleşmek isteyenlerin İmam Ebû Hanîfe’ye, onun dakik istinbat metotlarını bilmeye ve bıraktığı mirasa muhtaç olduğunu anlatmaktadır.
Burada son bir noktaya değinmek istiyorum: Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda daha başka bir kısım hususları da dile getirmiştim. O yazının sadece burada söz konusu ettiğim pasajlarına dikkat kesilip, diğer yerlerinin hiçbir şekilde bahse konu edilmemesi, önyargıyla okunduğu hissini uyandırıyor.
Devam edecek.
Milli Gazete – 1 Mart 2009