Geçtiğimiz Cuma günü başlayan Avusturya yolculuğu, 2 gün süren çok bereketli programların ardından Pazar sabahı sona erdi. Avusturya’nın İslam’ı ikinci resmî din olarak tanıması, oradaki kardeşlerimize Avrupa’nın diğer ülkelerine kıyasla büyük avantajlar sağlamış. Söz gelimi cami görevlilerinin ve eğitimcilerin hemen tamamı Ezher mezunu. Bu sebeple ilmî seviye diğer Avrupa ülkelerine göre daha ileride. Elbette bu, oradaki hizmetlerin kalitesine de etki ediyor.
Pazar sabahı indiğim İstanbul’da birkaç saatlik dinlenmeden sonra, “Türk-Arap İlişkileri Konferansı”na iştirak etmek üzere gece 22.00 uçağıyla Kuveyt’e uçtuk.
Gelenleri ilk olarak birbiriyle yarışan gökdelenlerin ve yüksek kulelerin selamladığı Kuveyt, Arap dünyasının “dönüşen” yüzünü yansıtıyor. Nereye baksanız şantiye görüyorsunuz. Kuveyt kocaman bir inşaat alanı sanki. Dönüşümün “istikametini” tasrihe gerek yoksa da, bahse konu edilen ilişkinin “mahiyetini” tayin ve tasrihe şiddetle ihtiyaç bulunduğu açık. Yukarıda Türk-Arap İlişkileri Konferansı ifadesini tırnak içinde vermemin sebebi bu. Etle tırnak gibi olduğumuzu unutalı uzun zaman olmuş. Köprülerin altından çok sular akmış. Şimdi Arap kardeşlerimizle birbirimizi yeniden tanımanın yollarını arıyoruz. “Türk-Yunan ilişkileri” gibi cümlelerle ayniyet arz eden başlıklar altında düzenlenen “resmî” toplantılar aradığımızın ne kadar verir, bunu zaman gösterecek…
Hemen dikkat çeken acemilikler ve insanı bıktıran ağır kanlılığı saymazsak organizasyonun başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Olağanüstü gayret ve temposuyla Nesim hocanın bu başarıdaki katkısı bilhassa anılmalı.
Birkaç oturum halinde yapılan konferansta ortak vurgu, Türk-Arap ilişkilerinin arzu edilen seviyede olmadığı ve –sonuç bildirgesine de yansıdığı gibi– ilişkilerin muhtelif alanlarda daha ilerilere taşınması gerektiği noktasında yoğunlaştı.
Temennilerin, duygusal yaklaşımların, hamasetin oluşturduğu perdeyi kaldırdığımızda Türkiye’nin İslam coğrafyasında hızla yükselen prestijinin, gerek Türkiye, gerekse Arap ve İslam dünyası için ciddi sınavları da beraberinde getirdiğini görmemiz lazım.
Arap ve İslam dünyası, “Türkiye’nin önderliği” meselesine yapılan vurgunun gerçekte neye tekabül ettiği noktasında netleşmeli. Konferansın birinci gününün ardından Kuveytli katılımcılardan biri, katıldığı bir televizyon programında Türkler’in Araplar’ı doğru tanıması gerektiğini dolayısıyla bu konferansın iyi değerlendirilmek zorunda olduğunu söylüyordu.
Başbakan Erdoğan burada yaptığı konuşmalarda, Türkiye ile Arap dünyasının yakınlaşmasının özellikle ekonomik veçhesine dikkat çekti ve “Kimse bunun altında başka bir şey aramasın” cümlesini iki günde birkaç kere tekrarladı. Evet Türkiye bir yandan Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusundaki ısrarını sürdürürken, diğer yandan Arap/İslam dünyasıyla ilişkilerini geliştirmek için büyük çaba harcıyor. Ama bunun ne anlama geldiğini Arap dünyası tarafından da Türkiye tarafından da iyi tahlil etmeli.
Türkiye şu noktalarda netleşmek zorunda:
- Türkiye Avrupa Birliği ile ne yapmak istiyor? Avrupa kapısındaki bu ısrarlı bekleyiş ne zamana kadar sürecek ve nasıl bitecek? Bu konuda Türkiye’nin verilmiş bir kararı, bir “B planı” var mı?
- Batı ile ilişkilerde Avrupalı kimliğine vurgu yaparken İslam Dünyasıyla ilişkilere geldiğinde Müslüman kimliğini öne çıkartmak inandırıcılıkla ne ölçüde bağdaşıyor? Türkiye’yi Doğu’ya giden terende Batı’ya doğru yürüyen adama mı, Batı’ya doğru giden trende Doğu’ya doğru yürüyen adamamı benzetmeli? Gerçek durum bunlardan hangisi olursa olsun, sağlıklı olmadığı kesin.
- Türkiye Kudüs başta olmak üzere İslam Dünyasının meselelerine gerçekten sahip çıkıyor mu? Yoksa izlenen “Ne şiş yansın ne kebap” politikası mı?
Başta Ürdünlü Ekrem Hicazi olmak üzere aklı başında gözlemciler, her iki taraf bakımından “söylem”in altında kocaman bir belirsizliğin yattığına dikkat çekiyor.
Elbette bunlara eklenmesi gereken ve en az bunlar kadar önemli olan bir nokta daha var: Arap kardeşlerimiz de gerek birbirleriyle ve İslam Dünyası’yla ilişkilerde, gerekse Batı’yla münasebetlerde en az Türkiye kadar yukarıdaki soruların cevabını tatmin edici bir şekilde vermek zorundadır.
Son bir hususu daha ifade ederek bitirelim: “İslam Dünyası” dediğimiz dünyayı teşkil eden bütün ülkeler, aralarında olması gereken birliğin teşkiline yönelik adımları “karşılıklı çıkarlar” zemininde değil, “gönüllülük” zemininde ve de “dirayetle” atmalıdır. Bunun dışındaki hiçbir ilişki biçimi maksadı hasıl etmeyecektir…
Milli Gazete – 15 Ocak 2011