Hz. İsa (a.s)’ın ruh ve bedeniyle göğe kaldırıldığı ve kıyamete yakın yeryüzüne ineceği inancına itiraz edenlerin ileri sürdüğü bir diğer gerekçe, “beklenen kurtarıcı” inancının diğer din ve inanç sistemlerinde de bulunmasıdır. İddiaya göre “nüzul-i İsa (a.s)” inancı, özellikle Yahudilik ve Hristiyanlık‘ta bulunan “kurtarıcı Mesih” inancının İslam‘a intikal etmiş bir versiyonu olmalıdır.
Buna “delil” denemeyeceği açıktır; zira müddeayı tek başına isbatlayıcı özellikte değildir. İlk olarak herhangi bir inanç unsurunun başka din ve inanç sistemlerinde de bulunması, tek başına onun “batıl/asılsız” olduğunu göstermeye yetmez. İkinci olarak da bu inanç unsurunun İslam‘a hangi sebeplerle, nasıl ve ne zaman geçtiğinin ortaya konması gerekir. İtiraz sahiplerinin bu noktaya tatminkâr herhangi bir açıklama getiremediği dikkatten kaçmıyor.
Bir diğer gerekçe, konuyla ilgili rivayetlerin “tevatür” seviyesine ulaşamayıp, “haber-i vahid” (yahut “birkaç rivayet”!) seviyesinde kaldığı, bu tür haberlerin ise “kesin ilim” değil, “zann” ifade ettiği şeklinde ortaya konmaktadır. (Bu hadisleri nakledin sahabî sayısının 30’lu rakamları bulmasının “tevatür” için yeterli olmadığını söyleyerek “tevatür” olgusu hakkında “serbestçe” kelam edenlere, Sahabe‘den kaç kişinin Kur’an‘ı baştan sona ezberlediğini, bunlardan kaçının isimlerini ve senetlerini bildiğimizi ve dahi bu hususların zikredildiği senetlerin ve eserlerin “tevatür”ünü isbat edip edemeyeceklerini sormak gerekir…)
Burada hemen belirtelim ki “nüzul-i İsa (a.s)” hadislerinin “mütevatir” olduğunu söyleyenler , Prof. Dr. M. Hayri Kırbaşoğlu‘nun iddia ettiği gibi (İslâmiyât dergisi, c.3, s. 4, Ekim-2000, 156) bu hadislerin önce “lafzî mütevatir” seviyesinde olduğunu ileri sürüp, bilahare “geri adım atarak” “manevi mütevatir” kategorisinde olduğunu söylemek durumunda kalmış değildir. Bu hadislerin “mütevatir” olduğunu söyleyenler, bu konuda “lafzi tevatür” bulunmadığının pekala farkındadır; zira hadislerin metinleri ortadadır. Onların başından beri kasd ettiği “manevi tevatür“dür ve bir çoğu da bunu açık bir şekilde belirtmişlerdir. (Konuyla ilgilenenler için Prof. Dr. Kırbaşoğlu‘nun, “nüzul-i İsa (a.s)” rivayetlerine “hiç rastlanmaz” dediği eserler arasında Abdürrezzâk’ın el-Musannef‘inde, başka vesilelerle sevk edilmiş tek tek rivayetler dışında “Bâbu Nüzûli Îsâ b. Meryem Aleyhimesselâm” başlığını taşıyan müstakil bir bölüm (bkz. a.g.e., XI, 399 vd.) bulunduğunu hatırlatmış olalım bu vesileyle.)
“Manevi tevatür“ün özelliği, bahse konu edilen rivayetlerin lafızları veya ana temaları farklı olmakla birlikte, hepsinde ortak bir noktanın bulunmasıdır. Hatta bu rivayetlerde dile getirilen başka hususlar arasında zahiren çelişki bulunsa bile bu durum, tevatüre esas teşkil eden “ortak nokta”ya bir halel getirmez. Kaldı ki –02 ve 04 Ekim 2003 tarihli yazılarda da ortaya koymaya çalıştığım gibi– “nüzul-i İsa (a.s)” hadisleri arasında bir “çelişki” bulunduğunu söylemek de mümkün değildir.
Bir diğer gerekçe de (“Mehdi inancı“yla birlikte) “nüzul-i İsa (a.s)” inancının kitleleri tembelliğe ve “kurtarıcı bekleme“ye ittiği tesbitidir. Bu tesbitin de itiraza “delil” teşkil etmeyeceği açıktır. Zira herhangi bir doğrunun bazı toplum kesimleri veya bir kısım insanlar tarafından yanlış bir tavra gerekçe yapılmış olması bizatihi o doğrunun doğruluğu için bir nakisa teşkil etmez. Aynı durum, tarih içinde ortaya çıkmış “sahte Mesih“ler vakıası için de geçerlidir.
Kaldı ki rivayetler, Hz. İsa (a.s)’ın, Müslümanlar‘ın zaten fiili bir hareket içinde bulunduğu bir zaman diliminde ineceğini açık bir şekilde anlatmaktadır.
Milli Gazete – 8 Ocak 2004